İnsanın yolu Maraş’tan tesadüfen geçmez. İnsan, Maraş’a azmederek gider. Maraş, çünkü, geçiş yolları üzerinde kurulmuş bir kent değildir. Onun, coğrafya olarak özgün bir konumu var. Haritada her ne kadar ana geçiş yollarının üzerinde imiş gibi görünse de bu görünüş aldatıcıdır. Gerçekten de haritaya bakıldığında Maraş’ın doğusunda Malatya ve Adıyaman, batısında Kayseri ve Adana, kuzeyinde Sivas, güneyinde Gaziantep yer almaktadır. Bütün bu geçiş yollarının tam orta yerinde konumlanmış olan Maraş’ın kendisinin güzergâh üzerinde bulunmayışı ilginç bir durum sayılmalı…

 

Maraş, Ahır Dağı’nın eteklerinde kurulmuş, son birkaç on yıl öncesine kadar dünyayla, çevresiyle pek ilişiği olduğu söylenemeyecek; daha açık bir söyleyişle dünyayla ilişki kurmamış, belki ilişki kurmaya “tenezzül etmemiş” bir konum sergilemekteydi.

 

Benim Maraş’ım, doğduğum kent, işte bu, dünyayla ilgisini koparmış olan kentti. Benim Maraş’ım derken, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği, 1940’lı ve 50’li yılları hatırımda tutuyorum. Ve o yılların Maraş’ını... 35 bin nüfuslu, kent merkezi olarak doğusunda Pınarbaşı’ndan batısında Batı Park’a kadar uzanan, kuzeyi Arkbaşı kırlarının başladığı sınırdan güneyde Karamaraş’a kadar uzanmayan (şimdiki tren istasyonunun iki kilometre kadar kuzey içlerine düşen) dar bir alan içindeki Maraş…

 

Benim Maraş’ım, bu, sadece karayolları güzergâhının değil, demiryolu güzergâhının da dışına düşerdi (halen de öyledir). Batıdan gelip doğuya giden demiryolu, Narlı’da kuzeybatıya bir dirsek yapıp banliyö treni olarak Maraş tren istasyonunu bulur ve orada kalır. Oradan öteye demiryolu da gitmez ve Maraş tren istasyonu kördür, açmaz.

 

Coğrafya olarak çevreye böylesine kapanık olan Maraş’ın insanları da çevrelerine uzun yıllar kapalı kaldı ve onun karakterini kendine özgü bu kapalılık yoğurup oluşturdu. Başka bir söyleyişle, Maraş insanı, hep, kendine yeter olmayı, hep, kendi yağıyla kavrulmayı istedi. Daha doğrusu, kentin tabiatı belki de onu böyle olmaya zorladı. Tekrar edeyim, ben, benim Maraş’ımdan bahsediyorum, benim çocukluğumun Maraş’ından... Benim sözünü açtığım Maraş, bu, kendine yetme ruhunun doruk noktasına 1920 yılının Şubat ayında ulaşmıştı: o yılın 20 Ocak’ında, Sütçü İmam’ın Fransız askerlerini kurşunlamasıyla başlayıp, tam yirmi bir gün süren Maraş kurtuluş savaşı, bu, kendi kendine yetme ruhunun somutlaşmasını ortaya koyar. Maraş, o savaşta, sadece kendi insanından, sadece kendi çetesinden, sadece kendi yerel örgütünden yararlanır. Dışarıdan hiçbir yardım almaz. İşgalcileri toprağından kovduğunda da bunu sadece kendisi bilir. Modern zamanlara yeni bir destan eklemek için yapılmamıştır bu savaş, sadece dinin buyruğuna uymak için yapılmıştır, o kadar.

 

Benim Maraş’ım genelde ve esasta bir tarım kentidir. Tarımla uğraşan insanların temel ırası benim insanımın ruhuna sinmiştir: kendine yeterli olmak. Başkasına muhtaç olmamak, kimseye el açmamak, kula kulluk yapmamak bu kişiliğin asal öğeleridir. Bu insan ticarette fazla başarılı değildir (bir daha söylüyorum, ben, kendi Maraş’ımı 1940’lı, 50’li yılların Maraş’ını anlatıyorum). Ticaret dışa açılmayı gerektirir. Ticaret başka kentlerle, başka ülkelerle iletişim kurmayı, oralara gitmeyi, oralardan mal almayı, oralara mal götürmeyi gerektirir. Oysa Maraş’ın konumu (coğrafyası: topoğrafyası) uzun yıllar buna müsait olmamıştır. Ve Maraşlılar, ticarete lüzum hissetmemiştir. Kent içindeki ufak tefek bakkaliye işleri elbette yapılmıştır, ama bu bile kendine yetmenin tecellisi olarak ve o kadarla kalmıştır.

 

Maraş, dışarıya kapalı olduğu için, hele o benim Maraş’ımın sert ve uzun kışları düşünülürse, o mevsimlerde ne yiyip içtiği sorusu akla gelebilir. Maraşlılar, yazın, bağlara göçer. Bu bağlar, kent merkezine 8-10 kilometre, en uzağı, bilemedin 20 kilometre mesafede, Ahır Dağı’nm etekleri boyunca batıdan doğuya uzanan, rakımları kent merkezine göre birkaç yüz metre daha yüksekte olan küçük yaylacıklardır. Bu bağlarda bol ve çeşitli türlerde üzüm yetişir. Keza ceviz, badem, fıstık gibi kabuklu yemişler yetişir. Maraşlılar üzümden samsa, sucuk gibi, kendilerine yıl boyunca yetecek şıralarını yaparlar. Kış armudu, nar gibi meyvelerini özel yöntemlerle kış için saklarlar. Dut, incir gibi yemişlerini, keza kaysılarını kurutup saklarlar. Bütün bu yemişler, yemiş kuruları, samsa, sucuk gibi özel prosesten geçirilerek hazırlanan şıraları onlara, özelde kış mevsimini, geneldeyse bütün bir yılı rızık kaygısı çekmeden geçirmelerini sağlar. Aynı şekilde et sucuğu (buna Maraş’ta irişkit denir) yapılır. Ve en önemlisi, evet, en önemlisi Maraş’ımın kendine özgü tarhanasıdır. Bu tarhana Türkiye’nin, dolayısıyla dünyanın başka hiçbir yerinde yapılmaz. Maraş’ın dondurması gibi, bu tarhanası da sadece kendine mahsustur. Zahmetli, meşakkatli bir yapılış şekli vardır ama bu zahmete herkes zevkle katlanır. Bu tarhananın nasıl yapıldığının anlatılması ayrı bir yazıya konu teşkil edecek kadar uzun ve ilgi çekicidir. Meselâ şapta ve çığ, Türkiye’nin başka yer- lerinde kullanılmayan, tarhananın iki dış malzemesinin adıdır: şapta kavak ağacından yapılmış sırıklara, çığ da ince kamışlardan örülmüş bir tür hasıra verilen addır. Çığlar, şaptaların üzerine yayılır, taze tarhana da çığların üzerine serilerek güneşte kurutulur.

 

Maraş’ın bu kuru yemişleri, şırası, tarhanası ve öteki kışlık zahiresi, onun kendine yetme arzusunun, dahası kendine yetme ırasının dışa vurumlarıdır.

 

Sonbahar, üzümlerin olgunlaştığı, dolayısıyla üzümden bastık, pestil, sucuk, samsa gibi kışlık şıranın yapılma mevsimidir. İşte, bazı üzüm çeşitlerimiz: ağ üzüm (ak üzüm), marhabaşı, bandırma, külefi, yıldız, kabarcık, ha, tabiî azezi... Bunların her birinin olgunlaşma mevsimi, kullanılma yeri ayrıdır. Söz gelimi şıra için kabarcıkla azezi kullanılır; ağüzümden yapılan şıra biraz daha beyaz ve yumuşak düşer.

 

Yazın, yaylak olarak çıkılan merkez köylerimizin adları şairanedir: Kazma, Üngüt, Ayakçıloluk, Kerhan, Güzlek, Gafarlı, Ağyar (Akyar), Sarız (Sarıkız’dan bozma), Kozludere, Tekerek., vb.

 

Dağlarımız daha az şairane değil: Maraş’ın, eteklerine yayıldığı Ahırdağı’ndan başka, kentin uzaklarında, ama havasıyla Maraş’ı besleyen öteki dağlar: Engizek Dağı, rakım: 2814 m., Armut Dağı, rakım: 2450 m., Berit Dağı, rakım: 3027 m., Nurhak Dağı, rakım: 3081 m.

 

Ve mahallelerimiz: Devecili, Mağaralı, Nahırönü, Tekke, Kayabaşı, Çiçekli, Kuyucak, Divanlı, Kümbet, Şekerli, Ekmekçi, Uzunoluk, Boğazkesen, Kanlıdere, Kaladibi, Aladan, Küçükçavuşlu, Seriyaltı (Sarayaltı’dan bozma), Arkbaşı, Pınarbaşı, Abarabaşı... Bunlar, gelişigüzel aklıma gelen semt, mahalle veya mevki adları.

 

Maraş, coğrafi konumuna rağmen, son yıllarda, kentleşme yönünden inanılmaz bir patlama gerçekleştirmiştir. 1950’lerin 35 binlik kenti nerede, bugünün 1 milyona yaklaşan kenti nerede? Bu kentleşmenin yedeğinde taşıdığı sorunları aktarmak bu yazının amacını aşar. Olayın beni ilgilendiren yanı şu: Ben, şimdi, benim Maraş’ımı tanımakta acze düşüyorum.

 

1958’den bu yana sürekli kalmadığım Maraş’ı her yıl, kısa sürelerle de olsa, ziyaret ediyorum. Her defasında, tanımadığım bir yeni caddenin, bir yeni semtin kurulmakta olduğunu görüyorum. Benim Maraş’ımsa, her yıl biraz daha kayboluyor; yeni kurulmakta olan Kahramanmaraş’ın yanında küçülüyor, bu yeni Kahramanmaraş’ın neredeyse eski bir mahallesi haline dönüşüyor. Eskiden, her köşe başında rastladığımız su tulumbaları sökülmüş, çeşmeler, pınarlar kurumuş. Eskiden, bir Pınarbaşı’nın suyu 35 bin nüfuslu kente yeterdi; şimdi yetmiyor, barajlar kuruluyor. Kentimizin çevresinde baraj göletleri oluşmuş durumda. Bu durum Maraş’ın havasını değiştirdi, onu rutubetli hâle getirdi. Bu da bitki örtüsünü ve meyvelerin rayihasını değiştiriyor.

 

Bu olağanüstü kentleşmeye rağmen Maraş kendine özgü özelliklerini korumayı sürdürüyor. Söz gelimi köfte çeşitlerimiz: içli köfte, çiğ köfte, kısır, mercimek köfte (yavan köfte de denir), ekşili köfte, yoğurtlu köfte, suluyağlı köfte, simit köftesi (simit, ince öğütülmüş bulgurdur) ve yerel düğünlerin başyemeği olarak keşkek aşı ile kabaklı halen rağbettedir.

 

Maraş, spor ve müzik alanında da ülke ve uluslararası platformda başarıları olan kişiler yetiştirmiştir.

 

Karakucak güreşleri de halen sürdürülmektedir. Maraş, dünya, Avrupa ve Olimpiyat yarışmalarına şampiyon güreşçiler sunmuştur. Ama Maraş bence, güreşçiden çok pehlivanların yurdudur.

 

Maraş güreş sporunda çeşitli yıllarda uluslararası yarışmalarda Balkan, Avrupa, Yıldızlar, Akdeniz Oyunları alanlarında dünya şampiyonları ve üst derece başarılı güreşçiler yetiştirmiştir. İşte ülkemizi dünya çapında onurlandıran Maraşlı güreşçilerimizden bazıları:

 

Bekir Büke, Mehmet Esenceli, Avni Tarhan, Şeref Eroğlu, Metin Kaplan, Ahmet Ak, Adem Kaya, Hayri Yücel, Metin Topaktaş, Üzeyir Ekici, Yalçın Özdemir, Fevzi Kaynak, Harun Doğan ve daha niceleri…

 

Ayrıca Engelli Sporculardan Beytullah Eroğlu (Dünya Yüzme Şampiyonu), Yusuf Dikeç (Atıcılıkta Dünya Şampiyonu) unvanlarını almıştır.

 

Maraş, ülke çapında ses ve saz sanatçısı ve bestekâr da yetiştirmiştir. İşte son dönem sanatçılarımızdan bazıları: Âşık Mahzuni Şerif, Kıraç, Hilmi Şahballı, Rüştü Şardağ (bestekâr, şair), Güngör Kandeğer (bestekâr), Soner Sarıkabadayı (pop sanatçısı), Mihriban Türkmen (TRT Sanatçısı), Ulaş Özdemir, Özlem Özdil, Âşık Dursun Özdil, Selahattin Cesur (Arabesk Sanatçısı), Âşık Kul Ahmet, İsmail Hazar, Engin Nurşani (bestekâr ve ses sanatçısı), Dilber Ay, Özcan Tamer (Muzaffer Sarısözen’in halefi olarak Ankara Halkevi’nde TRT Radyo ve Televizyonlarına değerli ses sanatçıları yetiştirmiş koro yöneticisi).

 

Ve Milli Eğitim Müdürlüğü’nün ve Belediyemizin değerbilir davranışını burada anmak yerinde olacaktır: Kayseri yönünden Kahramanmaraş’a girişte açılan bulvara ve kentin Kültür Merkezine Necip Fazıl Kısakürek adı ile kent içinde açılan geniş, yeni bir caddeye ve bir ilkokula Cahit Zarifoğlu adı verildi. Daha sonra bir mahalleye M. Akif İnan Mahallesi, bir liseye Erdem Bayazıt Anadolu Lisesi, Doğumevi civarında bir sokağa ve geniş bir caddeye ve Yatılı Bölge Okulu’na Alâeddin Özdenören; bir ilkokula ve bir kütüphaneye Rasim Özdenören, keza bir başka kütüphaneye Nuri Pakdil adlarının verilmesi kent ve il yöneticilerimizin vefa duygusunu simgeliyor. Aynı şekilde Göksun-Kahramanmaraş arasındaki otobana Edebiyat Yolu adı verilerek yol boyunca inşa edilen viyadüklere, tünellere Yedi Güzel Adam namıyla anılan yazarların ve diğer Maraşlı şair ve yazarların adlarının verilmesi ülke kamuoyunca takdirle karşılanmıştır.

 

Kamuoyunca Yedi Güzel Adam unvanıyla anılan Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Alâeddin Özdenören, Akif İnan, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu ve Rasim Özdenören’den başka, Maraş yüzyıllardan bu yana, edebiyat tarihimizde yeri olan yüzlerce şairin yetişmesine iklim olmuştur. Onların isimleri, yakın tarihte Yedi Güzel Adam Müzesi adıyla açılan edebiyat müzesinde yerlerini almıştır.

 

Ama Maraşlı şair, hikâyeci ve yazarlar bunlardan ibaret değil.

 

Son yüzyıl içinde isimlerini duyuran ve edebiyat tarihimizde yer bulan isimlerden ilk akla gelenleri gelişigüzel sıralamaya çalışalım:

 

Halk şairlerimiz: Hayati Vasfi, Âşık Mahzuni Şerif, Abdurrahim Karakoç, Mustafa Zülkadiroğlu, Derdiçok, Âşık Memmet (Mehmet), Âşık Yener vb.

 

Şairlerden tadımlık birkaç örnek: Şeref Turhan, Osman Sarı, Bahaettin Karakoç, Ömer Erinç (Duran Boz), Âtıf Bedir, Mustafa Aydoğan, Ömer Aksay, Mevlâna İdris, Bünyamin K., Mehmet Narlı, Yücel Kayıran, Necip Evlice, Sezai Uğurlu, Ali Akbaş, Tayyib Atmaca, Yasin Mortaş, Arif Bilgin, İnci Okumuş, Ömer Yalçınova, Cengizhan Konuş, İbrahim Gökburun, Mustafa Pınarbaşı, Celalettin Kurt, Hüseyin Burak Us, Fatih Okumuş, Ertuğrul Karakoç, Fatih Bedir Köker, Yalçın Yücel, bu liste uzayıp gider…

 

Öykü, roman ve deneme yazarları: Tahsin Yücel, İsmail Kıllıoğlu, Kadir Tanır, Şevket Yücel, Şevket Bulut, Kâmil Aydoğan, Adnan Tekşen, Ali Karaçalı, Bahtiyar Aslan, Recep Şükrü Güngör, Nuhan Nebi Çam, Ahmet Doğan, Oğuz Paköz vb.

 

Bütün bu saydığım ve sayamadığım daha onlarca adı edebiyatımızı besleyen damarlar olarak listeye eklemek mümkün…

 

Bir Maraşlı olarak zaman zaman karşılaştığımız bir soru var: Nasıl oluyor da diyorlar, Maraş gibi küçücük bir kentten bu kadar çok şair ve yazar ortaya çıkabiliyor? Maraş’ın esas itibariyle dışa kapalı bir coğrafyada konumlandığını söylemiştim. Dışarıya doğru açılmayı ve genişlemeyi düşünmeyen Maraşlının, içe ve kendine doğru derinleşmede mesafeler kat etme cehdinin ürünü ve sonucu olarak açıklamaya eğilimliyim.

 

Maraş, şimdi yeni bir üniversiteye ihtiyaç duyacak duruma geldi. O, bu yönüyle de kendine yeterli olmak istiyor.

 

Maraş, kentleşmeyle birlikte sanayide de atılımlar sağladı. Ayrıca bakırcılık, sırma işlemeciliği, ağaç oymacılık gibi el sanatlarının ihya edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

 

Maraş’ın bu yenilenme hareketini, belki hamlesini bir yanıyla kendisi Türkiye ile bütünleşirken, bir yanıyla da kendi kültürünü Türkiye bütününe iletme çabası olarak yorumluyorum. Ve benim Maraş’ımın kültüründen yeni bir Kahramanmaraş’ın doğduğunu görmek istiyorum, görüyorum.

 

2

 

Ben, bu şehirde doğdum.

 

Babam bir İstanbul çocuğu olmasına rağmen memur olarak atandığı bu şehirde izdivacını yapar. Şehrimizin bilinen ailelerinden Tuz Müdürü Hacı Nuri Kısakürek efendinin kızıyla evlenir. Bu evlilikten iki batında doğan dört ikiz kardeşten halen ikisi, ben ve ablam hayattayız. Ablamın ikizi

Şeyhadil kabristanında uyuyor. Benim ikizim şair Alaeddin Özdenören ise Balıkesir Başçeşme kabristanında yatıyor.

 

Bu şehirde okula başladık.

 

Bu şehrin havasını teneffüs ettik. Suyunu yudumladık.

 

Onun mutfak lezzetini yazılarımızla bütün Türkiye’ye tattırmak ve tanıtmak isterim.

 

Bu kentin insanını hem tanımaya hem tanıtmaya çalıştık.

 

Maraş insanı, yani bir Maraşlı, elbette bu ülkenin bir parçası olarak onun başat karakterini bünyesinde taşıyor. Fakat bu genel görüntünün altında farklı bir Maraşlı tipinin var olduğunu belirtmek isterim. Ağırbaşlılığıyla, hareketlerinin yavaşlığı, fakat aynı zamanda azimli iradesiyle temayüz eden bir insan tipidir bu. Ben, bazı öykülerimde bu tipin başat özelliklerini resmetmeye gayret ettim. Bu tip, ticarete kayıtsızdır, en azından 1940’lı yıllara gelinceye kadar öyleydi.

 

Maraş topografyasının taşıdığı özellikler aynıyla bu insanın karakterine de yansımıştır. Bu topografya, Maraş’ı dışarıya karşı müstağni kılar. Kentin jeopolitik özelliği, onu çevresinden yalıtmıştır diyebiliriz. Böylece, insanın yolu bu kente tesadüfen düşmez. İnsan, Maraş’a azm ü cezmü kastederek gelir. Siz Maraş’ın çevre illerle olan şimdiki güzergâhlarına bakmayın. Bu güzergâhlar topografyanın doğasını zorlayarak meydana getirildiler. Doğu tarafında Malatya ile batı tarafında Kayseri ile olan bağlantıları yakın zamanların eseridir. Kuzeye, Sivas’a halen bağlantısı yoktur.

Olmalı mı, ayrı. Demek istiyorum ki, şayet arazi şartları müsait olsaydı bu bağlantı mutlaka kurulurdu. Maraş’ın doğal bağlantısı sadece Güneye doğru Gaziantep iledir.

 

İşte kentimizin bu özelliği ona kendine yetme ırasını aşılamıştır.

 

Maraş, tabiatının ona bahşettiği bu jeopolitik özelliği ile askerî açıdan fevkalade önemli bir konumda yer almıştır. Maraş fethedilmeden onun güneyinde kalan mıntıkanın fethi anlamsız kalır. Güneyin güvenliği ancak Maraş sancağını elde tutmakla mümkün olurdu. Ve Osmanlı Maraş’ın bu durumunu derinden idrak etmişti. Ve Osmanlıya Güney yolu Maraş’tan açılmıştır.

 

Maraş, topografyasının bu özelliği onun insanına da yansımıştır.

 

Maraş, gerek mutfak kültürüyle, gerek yıllık ve günlük hayatında kendine yeter olmanın gereklerini yerine getirir.

 

Bu şehirde zahireler yıllık tutulur.

 

Bu şehrin edebiyatı da kendine özgüdür. Halk hikâyelerinin Maraş versiyonu tümüyle kendine özgüdür. Fakat yazık ki, bu zengin halk edebiyatı kayda geçirilmemiş ve halen kaybolmaya yüz tutmuştur.

 

Tarihsel açıdan kentin, dışarıya açılma imkânının son kerte kısıtlı oluşu, onu içe doğru verimlendirmeye, kendi iç hayatını zenginleştirmeye zorlamıştır.

 

Diğer alanlardaki verimini bir kenara bıraksak ve yalnızca edebiyat ve fikir alanından örnek göstersek, Maraş toprağının bu zenginliğini devam ettirdiğini gözlemlememiz mümkündür.

 

Gerek halk edebiyatında gerek modern edebiyatta, edebiyat tarihinde kendine mümtaz bir yer açmış olan Maraşlı şairlerin ve yazarların adları bile uzun bir liste tutar.

 

Yukarıda değindiğimiz bütün bu isimler ve onlara eklenecek ve halen devam etmekte olan isimler ve bu bağlamdaki edebî ve kültürel faaliyetler bize mümbit bir zeminin haberini sunmaktadır.

 

Ben, ilk öykümü, ilk yazılarımı içinde doğduğum bu kentin sokaklarını tanıyarak yazmaya çalıştım.

 

1957 yılında yayınlanmaya başlayan mahalli Gençlik gazetesinde bir arkadaşımla yaptığımız ilk yazı denemelerimizden biri olan dizi röportajda bu kentte herkesin bildiği yerleri anlatmaya çalışmıştık. Mesela Maraş’ın kalesini, mesela Maraş’ın tabakhanesini, çarşısını, mesire yerlerini anlatmaya çalıştık. Herkesin bildiği mekânları, herkesin bildiği meslek erbabının özelliklerini bir kere daha anlatmaya kalkışmak aslında bir cüret meselesiydi. Fakat biz o tarihte, daha yeni 16 yaşımızı bitirmiş, 17. yaşımızı sürmeye başlamış bulunuyorduk. İlk gençliğin verdiği cüretle böylesi bir zor işe sıvanmayı göze almıştık. İşte o röportajlar, bizi, içinde yaşadığımız kentin özelliklerini bir kere daha ve daha derinden tanımaya zorlamıştı.

 

Ben, kentimin mekânlarına da insanlarına da asla bir malzeme gözüyle bakmadım. Onlar benim yazıma konu olduklarında bile, ben onların bana yol göstericiliğinden hareketle işe koyuldum. Onlara yol gösterici olmayı değil, fakat onların yol göstericiliğinden istifade etmenin yolunu aramayı kendime ilke saydım.

 

Ben bu güne kadar neyle oyalandım? 

Ne yapmak istedim?

 

Aslında öykülerim belki Maraş-Eyüp sarkacı arasında gidip geldi. Bazen o ikisinin alaşımı oldu. Bazen biri ötekine baskın çıktı. Ama toplumsal alt yapıda bu iki genç irisi kasabanın yerini daima teslim etmek zorundayım. Maraş tamam, Eyüp neyin nesidir derseniz, birincisi ana ocağımsa, ikincisi de baba ocağımdır ve her ikisinin de gönlümde ayrı yerleri bulunmaktadır.

 

Daha 1950’li yılların ikinci yarısında Maraş Lisesinde okurken düşünsel hayatımızda keşfettiğim bir gerçeklik vardı, o da Tanzimat döneminden bu yana sürüp gelmekte olan kavram kargaşamız:

 

Batılılaşmaya karar verdiğimizden bu yana, biz, ne kendi özgül uygarlığımızın değerlerine sahip çıkabildik, ne de benimsemek istediğimiz Batılı kavramlara hayatımızda bir yer bulabildik. Kendi kavramlarımızı yitirdik, fakat benimsemek istediğimiz kavramlara da kendi özgül uygarlığımızda bir yer bulamadık.

 

Kendi kavramlarımızın içini boşalttık. Batı’dan almak istediğimiz kavramların ise içini dolduramadık.

 

Böylece iki dinden avare insanlar haline geldik. Batı’dan almak istediğimiz kavramlar alt yapıdan mahrum birer ideoloji olarak gündelik hayatımıza yansıdı. Bu durum da siyasal, toplumsal, hukuksal hayatımızda onmaz yaraların açılmasına yol açtı.

 

Yalnızca kavramlarla nizalı hale gelmedik. Birbirimizle de nizalı hale geldik. Düşünsel kitaplarımızda bu halimizi irdelemeye çalıştık. Bu nizaın çözümünü kendi uygarlığımızın iç değerlerinde aramaya çalıştık. Onların yol göstericiliğine müracaatla bir çözüme ulaşılabileceğini önerdik.

 

Bütün bunların onurlandırılmaya değer olup olmadığının takdirini ben yapamam.

 

Ben şu kadarını söylemek isterim. Yolculuğumuza beraber çıktığımız arkadaşlarımın, daha sonra yol arkadaşlığı yaptığımız büyüklerimin de burada, bu toplantıda hazır bulunmalarını isterdim. Çünkü şayet ortada bir başarı varsa ve onun onurlandırılması söz konusuysa, bunda hepsinin katkısı vardır. İkizim Alaeddin Özdenören’in, ayrıca manevi ikizlerim Cahit Zarifoğlu’nun, Erdem Bayazıt’ın, Akif İnan’ın, adlarını rahmetle anmak istiyorum. Bu şehrin sokaklarını günler ve geceler boyu beraber arşınladık.

 

Ve kentimiz ve onun insanı ne kadar vefalı ve kadirşinas olmalı ki, şimdi onların adlarının caddelerin, okulların, kütüphanelerin, mahallelerin, sokakların isimlerinde yaşatıldığına tanık oluyorum.

 

Ve işte Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversite’miz bu sefer aynı kadirbilirliği benim naçiz şahsımda gösteriyor. Dikkat buyurun lütfen, ben kendimin kadirli biri olduğunu söylemiyorum, üniversitemizin kadir bilir olduğunu ifade etmeye çalışıyorum. Onların bu lütufkâr jestine şükranlarımı sunuyor, hepinizi saygılarımla selamlıyorum.