Duran Boz - Sezai Karakoç’un Hatıralarında Kahramanmaraş

 

Hatıralar; insan hayatının dip akıntılarıdır! Acıları, sevinçleriyle yer tutarlar bellekte.

 

Sezai Karakoç; hatıralarını yazmasının gereğini temellendirmek için; hayatın lirik ve trajik yönlerine işaret eder. Kendi bakış açısını da ortaya koyarak; hatıralarını Diriliş dergisinde yayımlamaya başlar. Bitirmeden de hatıralarının yayımını sürdür- meyi durdurur.

 

Elbette kolay değildir; geçmişi yeniden hatırlamak. Onca olanlar içerisinden bir seçmece yapabilmek!

 

Döneminin tanığı olmak adına belleğinin derinliklerinde biriktirdiklerini yeniden hatırlamaya çalışır. Kendisine acı verse de, deneyimlerinden başkalarının da yarar- lanmasını önemser. Hatıraları; her bakımdan hem çağın anlatılışı, hem de kendi özel biyografisidir. Sezai Karakoç hatıralarının başlangıcında;

 

“Biyografiler, tarihin atomları gibidir, bu bakımdan gereklidir. Ancak, her hayat, sonsuzcasına zengindir; onu tümüyle vermek mümkün değildir. Belki, belli bir amaçla, olaylar ya da yaşantı parçaları arasında bir ayıklama, bir seçim yapmak gerektir.”

 

“İnsanın kendini anlatması, şehirleri anlatmak, toplumu anlatmak, çağı anlatmak demek. Nice geçmiş zaman insanlarının hatıralarını ya da hayatlarını yansıtan kitapta belki de çalakalem geçilen birkaç satırın, o günün toplumunu anlatmak açısından ne denli önem taşıdığına hep şahit olmuşuz- dur. Bugün için önem verilmeden rasgele kaydedilen bir not, yarın belki de büyük bir önem kazanır. O bakımdan şüphesiz otobiyografiler, her vakit değer kazanabilecek belgelerdir.”

 

“Geriye dönmek belki kimileri için çok zevkli bir uğraştır. Ama benim için hiç de öyle değil. Baştan beri bir daha yaşamak demek olan hatıraları gözden geçirmek, ateşten bir azab demek benim için. Ama öyle de olsa tecrübelerimizden yararlanacak olan bir kaç kişi çıkacaksa, bu azaba katlanmağa değer.

 

Geçmiş çok azizdir bende. Fakat, onu yeniden yaşamak, ıstırap kaynağı. Hele onu anlatmak, daha da beteri.

 

Her şeyi anlatmak imkânsız. Anlatılsa da inanılması imkânsız. Bu bakımdan ne kadar çıplak anlatılırsa anlatılsın hayat, hatıratta kelimelerden örülü bir giysi içinde verilecektir. Hayat, en ılımlı, hayat vahşi ve yırtıcıdır. Ama en yırtıcı hatırat bile yansıttığı hayatın yanında ılımlı ve ehli kalır.

 

Hayat hikâyemi çok genel ve kuşbakışı çizgilerle, ana şemasıyla öz bir şekilde yazmak istiyorum.”

 

“Hayat, liriktir evet. Trajik olduğu kadar mutluluk dokusu da taşır. Bazan kopuk kopuk, kesik kesiktir. Bazan bir ırmak gibi ve akıcıdır. Sonra, belki bir gölde, bir denizde kaybolmaktır nasibi ırmağın. Ya da bir bataklıkta ve çölde. Ne olursa olsun, değil mi ki, o ırmak, dağlardan doğdu, kuşlar gibi şakıyarak kayalardan kayalara düştü, taşların üstünden sıçraya sıçraya ovaya indi. Ovada sakin sakin aktı. Meyve ağaçlarını selâmladı ve kucakladı. Yazı ve güneşi, bir rüya gibi yaşadı. Suyunu içtiler ırmağın, insanlar ve hayvanlar, kuşlar, kanatlı kanatsız böcekler. Ve balıklar yaşadı içinde hür olarak tutuluncaya kadar insanlarca.

 

Ve ırmak da ölümlüdür. Bir gün, onun da hayatı ya kendinin büyüğünde, ya ırmaklar ırma- ğında, ya daha büyük olanda, denizde, ya da zıddında, onu içende ve yutanda son bulacaktır. İnsan ömürlerinin toplum içinde, ya da tarih periyotlarında eriyip kayboluşu gibi.”

 

“Öyle, diğer bir çok yazar, şair gibi İstanbul’larda, tanınmış yazar, bilgin, şair ya da devlet adamı (paşa vb.) bir aileden gelme olarak doğmadım. Anadolu’luyum; Güney Doğu Anadolu’danım. Ailemiz, halkımızın içinde diğer aileler gibi bir aile. Ama, yine bir çok ailede olduğu gibi, bu sadelik, bir görünüşten ibaret.

 

1933 yılı baharında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya geldim. Annemin deyişiyle “gülan ayında bir gün”de. Gülan, mayısın eski adı. Mayıs, bizim çocukluğumuzda halk diline yeni yeni giriyordu. Eskiler; gülân derlerdi, yani “güller”. Gülün açıldığı ay anlamına.”

 

“Evet, yıkılmış ve yeniden doğmaya çalışan bir toplumun, bir kültürün, yıkılmış, yeniden yapılan bir şehrin (Ergani’nin), ve savaşın, siyasî, sosyal, ekonomik yıkıntıların içinde doğrulmaya çalışan bir ailenin bir ferdi olarak, Zülküfül Dağı eteğindeki o küçük kasabada, mayıs ayı başlarında bir gün dünyaya geldim. Üç yıkılmışlık içinde bir dünyaya geliş yani.”

 

“Evet, dört yıkılmışlık içinden geliyorum. Biri, Çağın yıkılışı.”

 

“İkinci yıkım, ülkemizin, devletimizin, milletimizin, toplumumuzun yıkılışıydı. Çağın yıkılışı bu toplum yıkılışını da doğurmuştu.”

 

“Üçüncü yıkım, doğduğum şehrin, Ergani’nin yıkımıydı.”

 

“Dördüncü yıkılmışlıkla da, biraz bu üç yıkılmışlığın, çağ yıkılmışlığının, ülke yıkılmışlığının ve şehir yıkılmışlığın sonucu olarak, bir çok aile gibi, ailemizin geçirdiği krizlerle çalkanışını anlatmak istiyorum.”

 

“Eski Ergani, bugünkü gibi, Dağın eteğinde değil, sırtında idi denebilir. Daha eskisi de kale içinde ve dağın tepesinde. Kale içi, daha sonra sırta ve yamaçlara inen Ergani’nin bir parçası olmuş.