Ömrünün yaklaşık on iki yılını bir dağ köyünde geçirmiş biri için Maraş, aslında bir şehirden çok bir dağ köyüdür. Çünkü çocukluğun geçtiği yerlerdir insanın sılası. Çünkü on iki yaşında geldiği şehirde ancak altı yıl geçirdikten sonra daha büyük bir şehre gitmiştir. Maraş’ın muhayyilede bir dağ köyü olarak kalması, akla Maraş geldiğinde o dağ köyünün anımsanmasındandır. Akla sıla düştüğünde o dağ köyünün gelip başköşeye kurulmasıdır... Maraş’la ilgili ilk anımsananlar uzak mı uzak zamanlarda kalmış gibidir.Ayağımızda siyah şalvar ve lastik pabuçlar; güneş yanığı yüzümüz, kara saçlarımızla oyundan oyuna, taştan taşa, ağaçtan ağaca koşturduğumuz yıllar. Bize yaşımızı kimse söylemiyor; biz de merak etmiyoruz. Altı ya da yedidir. Yetmişli yıllar.

Çam kabuğundan kendi oyuncağımızı kendimiz yapıyoruz. Hoş kendi oyuncağımızı kendimiz yapmasak da; bir makine tarafından yapılan oyuncağın nasıl bir şey olduğu, bizim muhayyilemize çok uzaktır. Ayda yılda bir kez Maraş’a giden babalarımızın cüzdanındaki para hiçbir zaman oyuncak almak için kullanılmamıştır. Şehre gittiklerinde yağ, tuz, şeker gibi temel tüketim maddelerini aldıktan sonra, eğer ceplerinde para kalmışsa, babalarımızın önündeki seçenekler şunlardır: Ya paraya kıyıp biraz lokum, biraz bisküvi ya da bir kilo portakal ile birkaç somun ekmeği almak. Karın birkaç ay kalkmadığı bu topraklardan, şehre tekerlekli ulaşım henüz gerçekleşmediği için, yolun birazını kamyonla, geri kalanını yaya olarak alan babalarımızı uzaktan gördüğümüzde, ellerinde sarı kese kâğıdı varsa, portakal alınmış demekti. Elimize hemen tutuşturulan o sarı ve yuvarlak şeyi kaptığımız gibi evden dışarı fırlamışızdır. Zaten o yaşlarımızda bize oyuncak alınacağını hiç düşünmezdik. İnsanlar kendi oyuncaklarını kendileri yapardı. Hiç hazır oyuncak olur muydu? Elimizde lastik sapan, cebimizde kızılcıklar, taze cevizler, kemik saplı bir çakı, dut ağaçlarının altındayız. Gözlerimiz yaprakların arasında; vurmak için bir kuş gelmesini bekliyoruz. Genellikle vuramıyoruz. Ama saatlerce başımız gökyüzüne dönük, elimizde sapan öylece duruyoruz. Kuşları dut yaprakları arasında bırakıp, çamlığın yolunu tutuyoruz. Bulabildiğimiz kadar kuruyup dökülmüş çam kabuğu toplayıp, geri dönüyoruz. Bu arada terlemişizdir. Artık kendimizi derenin buz gibi sularına bırakmanın zamanıdır. Sulardan dişlerimiz birbirine vurarak çıkar, titreyerek giyiniriz. Sonra müsait bir yer bulup kendi oyuncağımızı yapmaya başlayabiliriz... Elimizde çakı durmadan çam kabuğu yontmaktayız. Ne de güzel yontuluyor, istediğimiz şekli verebiliyoruz. Su değirmeni yapıyoruz. Henüz bir kamyonu yakından görmediğimiz hâlde, ağabeyimizin okul kitaplarında gördüğümüz kamyon resmine benzeterek bir kamyon yapmaya çalışıyoruz. Bir cip yapıyoruz. Cipi nerede görmüştük hatırlamaya çalışıyoruz.

Gecenin karanlığını güçlü ışıklarıyla delerek gelen bir araç görmüşüzdür yıllar önce. Yaz gelince, evlerimizden bir saat uzaklıktaki yaylaya taşınıyorduk o zaman. Araba yolu da tam oradan geçiyordu. Kıl çadırların arasından sızan ışığı görünce tüm çocuklar dışarı fırlamış, ne olduğunu anlamadığımız aracın yanına koşturmuştuk. O zaman orda yol var mıydı? Sonradan adının jeep olduğunu öğrendiğimiz araç (biz ona cip diyorduk artık) bir hasta mı götürmeye gelmişti? Hastalanan herkesi bir cip alır, şehre mi götürürdü? Elimizde çakı yontup duruyoruz çam kabuklarını. Bir cip yapıyoruz. Hastalanan herkesi şehre götürüyoruz. Hava kararıyor eve gitmeyi unutuyoruz. Annelerimiz seslenmese kalacağız oynadığımız yerde.

Aklımızda avare duygular, başımızda kavak yelleri; tasasız ve kedersiziz. Saçlarımız üç numaraya vurulmuş. Kederi, hüznü ve acıyı tanımıyoruz daha. Günler çabucak tükeniyor. Gündüzün ağustos böceği sesleri; geceyi çekirgelere terk ediyor. Akşam yemeğini yer yemez bir yatak bile aramadan, olduğumuz yere kıvrılıp uyuyoruz. Gece bin bir çeşit düşün içinden geçiyoruz. Kayalardan düşüyoruz, uçuyoruz, hiçbir yerimiz acımıyor. Uzun kış gecelerinde Mehmet Amcadan inlediğimiz Billur Köşk Masalları’nın kahramanları, kısa yaz gecelerinde düşlerimize giriyor. Padişahlar, ömürlerinin son demlerinde tahtlarını bırakabilecekleri bir erkek çocuk sahibi oluyorlar. Karayılan uyuyan bebeğe dokunmadan yanındaki sütü içip gidiyor; ama eşlerini öldüren insanoğullarına dünyayı dar ediyor. Zümrüdüanka bizi pençesine alıp Kaf Dağı’nın arkasına götürüyor.1O yıllarda Kahramanmaraş’ın ismine kahramanlık ünvanı eklenmediği için, yazıda şehrin ismi Maraş olarak kullanılmıştır. Şahmeran parça parça bölünüp kara kazanlara atılıyor. Anavarza kalesinde yılanlar binlerce yıldır kimsenin çözemediği sırların bekçiliğini yaparken, taş oyuklarından sızan balla besleniyorlar... tüm sırları çözecekken annemizin sesini duyuyoruz: ‘Kalk oğlum gün öğlen oldu’. Gözlerimizi ovalayarak kalkıyoruz. Buz gibi suyu çarpıyoruz yüzümüze. Oysa gün henüz doğmamış. Düşlerimizi ve sıcacık yatağımız bırakıp düşüyoruz yola...

Ve bir yaz, şehirde bir otelde çalışan ağabeyim gel seni Maraş’a götüreyim diyor. İlk defa şehri görecek olmanın sevinciyle geceler boyu gözlerime uyku girmiyor. Maraş nasıl bir yer ki! Hiçbir şey düşünemiyorum. Okul kitaplarında gördüğüm birkaç resim dışında şehirle ilgili tek bildiğim; somun ekmeği ve portakalın olduğu yerdir. Maraş’a gideceğimiz gün gelip çatmıştır. Şehre gitmek için sabahın erken saatinde daha hava aydınlanmadan kalkmak gerekmektedir. Sabahın bu erken saatinde kalkıp gözlerimizi ovuşturarak yola düşüyoruz. Yaklaşık yarım saat süren bir yolculuktan sonra başka bir köyden gelen kamyonu beklemeye başlıyoruz. Bir süre sonra sabahın sessizliğini önce karanlığı delen iki ışık huzmesi ve motor homurtuları; sonra iki güçlü ışığın arkasından gelen kocaman araç bozuyor. Kamyon yanımıza geldikten sonra büyük bir gürültüyle duruyor. Alelacele kamyonun kasasına tırmanıyoruz. Evet kamyon; o yıllarda köyden şehre gidip gelen yolcuyu ve yükleri aynı kasada taşıyan kamyonlardır. Hoş hâlâ yoksul işçileri tarlalara, pamuk toplamaya, fındık toplamak için uzak şehirlere götürmekte kullanılıyor olsa da ilk yolculuğumuzu bir kamyonun kasasında yapmışızdır. Yol boyu diğer köylerden gelen yolcuları da alarak devam ediyor yolculuğumuz. Bir süre sonra hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor. Çam ve köknar ağaçları seçilmeye başladığında, ağaçların heybeti kamyonu bastırmıştır. Bir süre sonra taa aşağılardan Maraş’ın arkasındaki Ahırdağı’ndan doğup tüm ovayı kızıla boyayan güneşi gördüğümüzde kamyonumuz hâlâ Başkonuş’un köknar ve çam ağaçları arasından homurtuyla geçerek ovaya doğru inmektedir. İşte o zaman ağabeyim parmağını doğuya doğru tutarak; bak orası Maraş işte diyor. Hemen ayağa fırlayıp armağıyla işaret ettiği yere bakıyorum. Kızıla boyanmış ve sisler içindeki bir ovadan başka bir şey göremiyorum. Yalnız sislerin berisinde kıvrıla kıvrıla bir nehir akıyor.

Yolculuğumuz; tozlu yollardan, Başkonuş’tan inerken gördüğüm Ceyhan ırmağının kıyısından, bir taş köprüden, pamuk tarlalarında pamuk toplayan işçilerin yanından geçiyor. Hiçbir görüntüyü kaçırmamak için pür dikkat çevreye bakıyorum.
Sonunda şehrin batısından Maraş’a giriyoruz... Gün iyice yükselmiş, şehrin üzerindeki kızıllık kalkmış; şehir ortaya çıkmıştır. İlk izlenimler: Sokaklarda insanlar, binalar, dükkânlar, dükkânların önündeki çuvallar, çuvalların içinde çeşit çeşit baharat, bulgur, pirinç, dövme; bakırcı dükkânlarının önünde bakır kazanlar, bakraçlar, semerler, basmalar, somun ekmekler, yoldan geçen otomobiller. Ama dükkânlarda bir şeyi göremiyorum: Portakal. Belki gözlerim en çok portakalı arıyor. Ama yok. O zaman ağabeyime de soramıyorum; dükkânlarda niçin portakal yok? diye. Çok sonraları anlıyorum, mevsim yazdır ve portakal kışın olur. Tevekkeli değil, babam hep kışın portakal getirirdi. Yazın niçin getirmezdi? Hiç merak edip sormazdık. Kervansaray oteli. Daracık bir sakakta bir bina. Otelin bir odası. Odanın penceresi yandaki binaya bakıyor. Binanın duvarında kocaman bir resim var. Bir reklam. Traş sabunu reklamı sanırım. Çok sonraları düşünüyorum bunun bir reklam olabileceğini. Yüzünü sabunla köpürtmüş traş olan bir insan. Altında da kocaman bir yazı. Sanırım traş sabununun adıydı. Şehirde kaldığım her gün aynı duvarda; aynı adamın yüzüne bakıp duruyorum. Ve ilk sinemayı yazlık Çiçek Sineması’nın tahta sandalyelerinde ilk Maraş yolculuğumda izledim. Sinemaya girmeden önce, ilk dondurmamı yedim. Şehri ilk kez gören altı yedi yaşlarında bir çocuk için olağanüstü bir serüvendi bu aslında. Çünkü o güne kadar muhayyilesinde şehirle ilgili birikmiş çok az şey vardı. Bu kadar çok şeyi kısa sürede yaşayıp görmek köye döndüğünde diğer çocuklara anlatacak; hava atacak çok şey demekti.