ABDULBÂKÎ EFENDİ:

   Sünbülzâde Vehbî’nin kardeşi Mehmed Emin Efendi’nin oğludur. İstanbul’da Torunzâde Emin Efendi’nin kethüdalığını yapmış, daha sonra da kadılık ve hâcegânlık rütbelerine kadar yükselmiştir. Şiirlerinde Bâkî mahlasını kullanan şairin fazla şiirinin olmadığı kaynaklarda belirtilmektedir.

ABDULHAY EFENDİ:

   Sünbülzâde Vehbî’nin kardeşi Mehmed Emin Efendi’nin oğludur. Abdulbâkî Efendi’nin kardeşidir. Celvetî tarikatına mensup olan Abdulhay Efendi’nin Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmud Efendi 3299/4 numarada kayıtlı tasavvufi bir risalesi bulunmaktadır.

AHDÎ-İ MAR’AŞÎ:

   Maraş’ta doğan şairin hayatı hakkında pek fazla bilgi yoktur. Şairden bahseden tek kaynak Güftî’nin Teşrifâtü’ş-Şu’arâ adlı manzum tezkiresidir. Buradan hareketle şairin XVII. asır şairi olduğunu söylemek mümkündür. Söz konusu eserde “mollâ-yı Mar’aş” sanıyla anılan Ahdî, ilim ve irfan sahibi bir şair olarak methedilmektedir.

Bir dahi turfe-gûy u turfe-edâ Mar’aşî
Ahdî-i sühân-pîrâ
Beste-i şî’r-i dil-keş olmışdur
Ya’ni monlâ-yı Mar’aş olmışdur

ALİ HÂKÎ:

   Elbistanda doğduğu belirtilen şairin, bir divan oluşturacak kadar şiirinin bulunduğu ve Fuzûlî’nin etkisinde kaldığı ifade edilmektedir. Şiirlerinde Hâkî mahlasını kullanmıştır. Bir gazeli şöyledir:

Ey gönül hüsn ü cemâl-i yâri sevmek âr değil
Hak cemâlin nûruna münkir olanlar yâr değil

Bülbül olan gülşen-i hubb u dîdâra ermeyen
Gece gündüz dest-i hasretiyle âh u zâr değil

Yâr için çalışmayan her gece gündüz dert ile
Nefs için ne kazansa hep zarardır kâr değil

Külli varından geçin yok olmayan cânân için
Âşık-ı sâdık deminden yokdur ol kes-vâr değil

Sağ muhabbetle sevip cânâna cânından geçen
Girse âteş içre nûra döner ol nâr değil

Söyleme nâ-mahreme sırr-ı hakîkat ârif ol
Hak dilden bî-haberler vâkıf-ı esrâr değil

Bahçe-yi sadr-ı vîsâl-i yâre kon mürg-i dil
Meyveden olan ağaca berk-i bâzı bâr değil

Hâkîyim dost râhına serdim yüzüm ben muntazır
Tâ deminde va’din tâze bir ikrâr değil

ÂRİF:

   Hakkında bilgi bulunmayan şairin bir gazelini Hâfız-ı Mar’aşî tahmîs etmiştir. Hâfız’ın gazeli tahmis etmesinden ve Ârif’in gazelinde Maraş’tan övgüyle bahsetmesinden hareketle şairin Maraşlı olabileceği düşünülebilir. Ârif’in söz konusu gazeli şöyledir:

Efendim çekdiğim aşkın belâsı hep senünçündür
Bana bu dehr-i dûnun her ezâsı hep senünçündür

Hevâ anber-sirişt oldu buyur azm eyle gülşene
Bahârın gün-be-gün zevk ü safâsı hep senünçündür

Uyanır baht-ı âşık feyz alır kâm-ı kudûmundan
Kamu derd ehli bîmârın devâsı hep seninçündür

Ziyâ-yı şems-i hüsnün müntefi’ sebzâra eşcâra
Dıraht-ı âlemin neşv ü nemâsı hep senünçündür

Muattar kıl dimâğı ıtr-ı şâh-ı bûy-ı zülfünle
Bu faslın âlî-şânı hûb-hevâsı hep senünçündür

Çemen bezminde tertîb oldı gûyâ mutribân şimdi
Nihâl-i gülde bülbüller nevâsı hep senünçündür

Ferah-bahşâ-yı Mar’aşda hemîşe Ârif-i zârın
Seher vakti tazarru’la du’âsı hep senünçündür

FEVZÎ:

   Maraşlı Fevzî Çelebi’nin doğum ve ölüm tarihi tam olarak bilinmemektedir. Şair hakkında bilgi veren tek tezkire, Ahdî’nin H.971/M.1563 tarihinde yazdığı Gülşen-i Şu’arâ’sıdır. Buradan hareketle şairin XVI. asırda yaşadığını söylemek mümkündür.
   Fevzî, ilim tahsili için Arap, Acem ve Rûm memleketlerinin birçoğunu dolaştıktan sonra Mısır’a yerleşmiştir. Davud Paşa Hocası sanıyla meşhur olan şair, takva ve kemal sahibi olmasının yanında, güzel şiirleriyle de zamanında dikkat çekmiş, şiirlerinde Fevzî mahlasını kullanmıştır.

Çü gördüm hâl-i müşgîni ruh-ı dil-dâra yapışmış
Didüm sünbül saçın depret meges gül-nâra yapışmış

O zülf ü hâl ü ruhsârı görelden kalmadı şekküm
Ki Mûsâ tıfl iken Fir’avn önünde nâra yapışmış

Bugün sevdâ-yı zülfünle perîşân-hâldür Fevzî
Ki ders evrâkını Nîle virüp eş’âra yapışmış

   Ali Nihad Tarlan’ın “Şiir Mecmualarında XVI ve XVII. Asır Divan Şiiri Rahmî ve Fevrî” adlı eserinde Fevrî’ye ait olan aşağıdaki müseddes, Mehmet Yusuf Özbaş tarafından Kahramanmaraş’ta neşredilen “Dava” adlı derginin 4. sayısında yanlış bir adlandırma ile “Müseddes-i Tercî’-i Bend-i Fevzî” başlığı altında yayınlanmıştır. Söz konusu yayına kaynak olarak da Kahramanmaraş Müzesi’ndeki bir şiir defteri gösterilmiştir. Maalesef bahsedilen şiir defteri şu an müzede bulunmamaktadır. Eldeki bilgilere göre bu iki şairin muasır oldukları anlaşılmaktadır. Fevrî Şam’da müftü iken H.978/M.1570 tarihinde vefat etmiştir. Coğrafi yakınlık ile her iki şairin mahlaslarının yazım ve ifade bakımından birbirine benzerliği bu karışıklılığa sebep olmuştur. Fevrî’ye ait olduğu kanaatinde olduğumuz müseddes-i mütekerrir şöyledir:

Mütekerrir Müseddes

I
Tanrı her şahsa temennâ-yı dil ü cânın vere
Kâfire İslâm u ehl-i dîne îmânın vere
Şeyh ü sûfîye cinân u hûr u Rıdvânın vere
Mâlike mülkin garîbe künc ü vîrânın vere
İsterin Hak haste-dil uşşâka cânânın vere
Umarın derdin veren Allah dermânın vere

II
Çün beni çarh etdi ol şîrîn-dehânumdan cüdâ
Başım alup daga düşdüm Kûh-kenveş mübtelâ
Nâgehân gördüm gelür bir Hızr-dem pîr-i Hudâ
Himmet et dedüm dedi el kaldırup edüp du’â
İsterin Hak haste-dil uşşâka cânânın vere
Umarın derdin veren Allah dermânın vere

III
Vâkı’amda bir gece gördüm ki Kays-ı bâk-bâz
Topraga urmış yüzün izhâr eder sûz u güdâz
Dedim ey âşık nedir maksûdun eyle keşf-i râz
Aglayup sûz ile dedi tâ ebed edüp niyâz
İsterin Hak haste-dil uşşâka cânânın vere
Umarın derdin veren Allah dermânın vere

IV
Hoş gelür derd-i muhabbet bana sıhhat istemem
Zillete incinmezem ikbâl ü izzet istemem
Fakrı fahr etdüm revâc-ı kadr ü rif’at istemem
Ragbetüm dünyâya kalmadı sa’âdet istemem
İsterin Hak haste-dil uşşâka cânânın vere
Umarın derdin veren Allah dermânın vere

V
Derd-i hicrân Fevrîyi şol denlü etdi haste-hâl
Kim gelüp gürdükde hâlini tabîb-i hoş-hısâl
Tutdı nabzın gördü kim kendü ilâc etmek muhâl
Hakka tefvîz etdi hâlin diyüp ol ferhunde-fâl
İsterin Hak haste-dil uşşâka cânânın vere
Umarın derdin veren Allah dermânın vere

FÜRÛĞÎ

   1877 yılında Elbistan’da doğdu. Şair Mustafa Vasfi Efendi’nin oğludur. 1880 yılında Urfa’ya geldi. Babasından, kardeşi Tevfik’ten, amcası Ahmed Lamî’den okumayı, yazmayı öğrendi. Dabakhane ve İhsaniye medreselerinde eğitimini tamamladı.

   İlk memurluğu, Hükumet Konağı Cami-i imamlığıdır. 1916 yılında Meşarkiye Camii imamlığına atanmış, ölünceye kadar bu görevine devam etmiştir. Ölüm tarihi tesbit edilememiştir. Şairin eserleri, Bedri Alpay’ın özel kütüphanesindedir.

ESERLERİ
Mevlid: 1907 yılında tamamlanan bu eser, 786 beyitten oluşmaktadır.
Mevlid: 1916 yılında tamamlanan bu eser, 328 beyitten oluşmaktadır.
Hatim Duası: 1923 yılında tamamlanan bu eser 115 beyittir.
Mecmua-i Eş’âr: Muhtelif şiirler.

GAZELLER

1.
Cihana yetdi feryâdım aceb ol yâre yetmez mi
Bu denlü âh ü efgân eyledim dildâre yetmez mi

Zemistân-ı firak-ı bülbül ü dil nîce bir çeksin
Bahârı yok mu yârab bir gül-i ruhsârı yetmez mi

Siyah-ı zülf-i yâre meyledip divâne olmazdan
Bileydim bahtımı bir dem ki anda kâre yetmez mi

Cefâdan çek elin ey gül’izârım zahmete düşme
Helâkim kastine sinede bin yâre yetmez mi

Vefâtım istemez yâr ki cefâ çekmekde yektâyım
Bu ikbâlim Fürûğî ben gibi nâ-şâde yetmez mi

2.
Vuslat deminde âteş rûh-ı revâne düşdü
Yâd eyledikçe hecrin gönlüm figâne düşdü

Her yerde hazır olsam kaplar beni bir âteş
Gûyâ ki nâr-ı aşkın kevn ü mekâne düşdü

Gönlümde yok şikâyet bu mühlik ibtilâdan
Sabreyle ey ecel dur rûhum amâne düşdü

Ol dem ki iftirakın tercih olundu ey gül
Bir sâika semâdan sandım ki câne düşdü

Sinemde nâr-ı firkat dîdemde âb-ı hasret
İzhara yok liyâkat müşkil beyâne düşdü

Halden bilen değilsin bilsen yine gücenmem
Hakdan gelir ne gelse bahtım ziyâne düşdü

Ne zevki var cihânın firkât değil mi encâm
Bir bak hele Fürûğî ne hâl-i şâne düşdü

GAFFAR BABA:

   Maraş’ta şöhret bulmuş mutasavvıf bir şairdir. Buharalı Abdülgafur namında birinin oğlu olan Gaffar Baba, Maraş’ta Alaüddevle evkafında bulunan Çarşı Tekkesi’ni ihya etmiştir. Arapça ve Farsçaya da vâkıf olan şairin güzel ve büyük bir divanının olduğu kaynaklarda ifade edilse de söz konusu eser henüz bulunamamıştır.
   Gaffar Baba, şiirlerinde Hâmî mahlasını kullanmıştır. Bazı şiirlerinde Bektaşi neşvesi görülen şairin sonradan Mevlevi tarikatına geçtiği anlaşılmaktadır. Dergâhın mesnevihanlığını da yapan şair, H.1309/M.1891’de vefat etmiştir. Bir gazeli ile bir mütekerrir müseddesi şöyledir:

1
Gam artar dilde cânâ eylesem seyr-i çemen sensiz
Olur baktıkça giryân dîdeme her gül diken sensiz

Esîr-i dâm-ı aşkın olalı ey Yûsuf-ı sânî
Gülistân-ı cihân oldu bana beytü’l-hazen sensiz

Lebin bilmem ne efsûn etdi kim bî-tâb-ı gam ile
Dagıldı akl u fikrim nâleden lâl oldu ben sensiz

Belâ-yı hicr ile peygûle-i mihnetde her saat
Gelir beyt-i dile bin türlü âlâm u mihen sensiz

Amânım kesme kurbân oldugum bilmez misin hâlim
Ki meftûnum sana gelmez bana gamsız gelen sensiz

Ne var gel bir dem ol derd-i dil-i bî-çâreme dermân
Tenimden çıkmadan cân ey gül-i nâzik-beden sensiz

Dem-i subh-ı ecel hoşdur benimçün şâm-ı firkâtden
Hayâtımdan usandım istemem dünyâyı ben sensiz

Yazıp rengîn gazeller hâk-i pâye arz eder ammâ
Perîşândır bu günler Hâmî-i şîrîn-sühan sensiz

Mütekerrir Müseddes

I
Ey Hakkın âşığı gel olma sen hercâyi
Kalma surette talep kıl güher-i ma’nâyı
Bâb-ı teslimde bulunan lâ deme bil illâyı
Ger ayânen göreyim dersen eğer Mevlâyı
Mahv edüp varını gel dinle kudûm ü nâyı
Dest-i ihlâs ile dut dâmen-i Mevlânâyı

II
Cehd edüp meclis-i irfâna gir ol hâk-i kadem
Etme evkâtı hebâ sen seni bil ol âdem
Sensin ol dergehe nemâye-i deryâ-yı hikem
Olayım derse eğer sırr-ı Aliye mahrem
Mahv edüp varını gel dinle kudûm ü nâyı
Dest-i ihlâs ile dut dâmen-i Mevlânâyı

III
Hidmet-i Hazret-i Mollâya olanlar mazhar
Hırka-pûş oldu bilir sikke-yi ser-efser
Çile-i aşkı çekip ârif olup açtı basar
Ey olan teşne-leb câm-ı vâsıl-ı dilber
Mahv edüp varını gel dinle kudûm ü nâyı
Dest-i ihlâs ile dut dâmen-i Mevlânâyı

IV
Kıl semâ' aşk ile ser-mest olup mahv-ı vücûd
Bilesin tâ ki nedir bang-i rübâb u ney u ûd
Hep eder aşkı lebi gâm u zebân zikr-i vedûd
Ger sana vuslat-ı Mevlâ ise ey dil maksûd
Mahv edüp varını gel dinle kudûm ü nâyı
Dest-i ihlâs ile dut dâmen-i Mevlânâyı

V
Hâmiyâ dergeh-i hünkârı idüp cây-ı penâh
Sürme et çeşm-i dile hâk-i derinden her gâh
Kesme ümidini kim kân-ı keremdir ol şâh
Lutf eder menzil-i maksûda erersin billâh
Mahv edüp varını gel dinle kudûm ü nâyı
Dest-i ihlâs ile dut dâmen-i Mevlânâyı

HÂDÎ:

   XIX. asır divan şairlerindendir. Hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hâdî’nin Dîvân-ı Hâfız-ı Mar’aşî’nin sonunda Maraşlı Bayazıtzâde Kerim Bey’in vefatına (H.1289-M.1872) düştüğü iki tarih bulunmaktadır. Tarihin başında, “Mar’aşî Bayazıtzâde Kerim Bey’in vefatına Hâdî Efendi’nin tarihidir” ifadesi yer almaktadır. Burdan hareketle şairin Maraşlı Bayazıtzâde Kerim Bey’in yakınlarından olduğunu söylemek mümkündür.

Virüp dârü’n- na’îminde yer itsün şâd-kâmı kim
Didi Allah kerîm çekdi Kerîm Beğ el melâmetden

HÂKÎ

   Elbistan’ın Biregani (Yapılıpınar) köyünde doğmuştur. Asıl adı Ali Doğan’dır. Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitmenlik yapmıştır. Bu nedenle Ali Hoca adıyla anılır. Şairin, bir divan oluşturacak kadar şiirinin bulunduğu ve Fuzûlî’nin etkisinde kaldığı ifade edilmektedir.
   Oğlu Ali Doğan’ın elinde şaire ait iki eserin bulunduğundan söz edilmektedir. Eserlerin mahiyeti hakkında bilgi verilmemektedir. Şiirlerinde Ali Hoca ve Haki mahlaslarını kullanmıştır. Şairin bir gazelini sunuyoruz.

DEĞİL

Ey gönül hüsn-ü cemâl-i yâri sevmek âr değil
Hak cemâlin nuruna münkir olanlar yâr değil

Bülbül olan gülşeni hubb-u dîdâre ermeyen
Gece gündüz dest-i hasretiyle ah u zâr değil

Yâr için çalışmayan her gece gündüz dert ile
Nefs için ne kazansa hep zarardır kâr değil

Küllü varından geçin yok olmayan cânân için
Âşık-ı sâdık deminden yokdur ol kes-vâr değil

Sağ muhabbetle sevip cânânâ cânından geçen
Girse ateş içine nûra döner ol nâr değil

Söyleme nâ-mahreme sırrı hakîkat ârif ol
Hak dilden bî-haberler vâkıf-ı esrâr değil

Bahçe-yi sadr-i vîsâl-i yâre kon murg-i dil
Meyveden olan ağaca berk-i bâzı bâr değil

Hâkî’yim dost râhına serdim yüzüm ben muntazır
Tâ deminde va’din tâze bir ikrâr değil

HALÎLÎ:

   Maraşlı Halîlî Efendi’nin Süleymaniye Kütüphanesi Şehit Ali Paşa 1121/1’de kayıtlı bir mecmuada Etvâr-ı Seb’a adlı bir risalesi bulunmaktadır. Aynı mecmuada Halîlî Efendi’nin vefatına düşülmüş iki tarih mevcuttur. Bu tarihlere göre, Halîlî Efendi; H.998/1589-90 tarihinde vefat etmiştir. Hâfız Ali Efendi İlmî Eserler Kütüphanesi’nde, 291 numaradaki yazma mecmuada Halîlî mahlaslı birkaç şiir bulunmaktadır. Söz konusu mecmuanın çoğunlukla Maraşlı şairlerin şiirlerini ihtiva etmesinden hareketle Halîlî mahlasıyla yazılmış bu şiirlerin Maraşlı Halîlî’ye ait olabileceği düşüncesiyle bir tanesi örnek olarak buraya alınmıştır.

Âh edip her dem dirîgâ firkatim var ağlarım
Sabra tâkat kalmadı çün rikkatim var ağlarım

Kanda idim bunda geldim kanda gidem bilmezem
Akl u hûşum zâ’il oldu hayretim var ağlarım

Bu makâma her ki geldi durmayıp göçmüş n’idem
Ben dahi geldim dirîgâ hicretim var ağlarım

Ün eder dâ’im ceres yük tut ayâ gâfil deyü
Râhı bilmem râhatım yok rıhletim var ağlarım

Tan mı yaşlar dökse çeşmim ebrveş bârân gibi
Kûy-ı yârdan ayrı düştüm gurbetim var ağlarım

Yüreğim kan ile doldı kimse bilmez hâlimi
Lâleveş bağrımda dâğ-ı hasretim var ağlarım

Ey Halîlî tâ ezelden başıma yazu imiş
N’eyleyim çün kim zarûri âdetim var ağlarım

HAMAMCIZÂDE HÂFIZ-I MAR’AŞÎ:

   Şairin hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Hâfız Ali Efendi İlmî Eserler Kütüphanesi’nde, 291 numarada kayıtlı yazma mecmuada şairin adı Hamamcızâde Hâfız-ı Mar’aşî olarak verilmektedir. Söz konusu mecmua şairin divanının bir nüshasını ihtiva etmektedir. Şiirlerinde Hâfız mahlasını kullanan şairin divanının bir nüshası da İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde (Hâfız, Nu.: 2947) bulunmaktadır. Yapılan çalışmalar, Hâfız’ın Bektaşi anlayışına sahip bir XIX. asır şairi olduğunu göstermektedir. Birkaç gazeli şöyledir:

1
Kankı bâğın sen gibi bir gonçe-i handânı var
Kankı gülde men gibi bir bülbülün nâlânı var

Dil şikâr itmekde mâhir çeşm-i mestim sen gibi
Kankı bâzın pençe-i hûn-rîz-i bî-âmânı var

Tâze tâze hançer-i aşkınla cânâ men gibi
Kankı âşık sînesinde zahm-ı bî-pâyânı var

Bezmgâh-ı dil-sitânda şu’le-bahşâ sen gibi
Kankı mâhın meclis-ârâ tal’at-ı rahşânı var

Esb-i aşka çün süvâr olmuş cihânda men gibi
Kankı merdin arsa-i mihnetde bir cevlânı var

Ey fürûg-ı mâh-ı hüsn-i âlem-ârâ sen gibi
Kankı şûhun her zamân bin dil-rübâ bir ânı var

Gerçi çok dildâra lâf-ı aşk uranlar men gibi
Kankı Hâfız sıdk ile râhında cân kurbânı var
(Hâfız, v.: 25a)

2
Bunca demdir nâle vü efgânımı hiç sormadın
Nâr-ı hicrinle ciger biryânımı hiç sormadın

Rahm kılman bir kez ey meh-peykerim hâlim görüp
Derd ü gamdan sîne-i sûzânımı hiç sormadın

Mihnet ü firkatle oldum nâ-tüvân zâr u nizâr
Zulmet-i asr u fenâ-devrânımı hiç sormadın

Tîşe-i âhımla yıkdım kal’a-i cism ü tenim
Hâk-sâr-ı hâtır-ı virânımı hiç sormadın

Hâfızı cevrinle hemçün zerre nâciz eyleyüp
Tâ gubâr-ı hâkle yeksânımı hîç sormadın
(Hâfız, v.: 32b)

3
Âşıkın her dem dili yanup kebâb olmak gerek
Eşk-i çeşmi kan ile çün la’l-i nâb olmak gerek

Rûz u şeb hâl-i hayâli ârız-ı dildâr ile
Gâh âkıl gâh sermest-i harâb olmak gerek

Gülşen-i gam içre feryâd eyleyüp şeydâ gibi
Nagme-i âhı heme çeng ü rebâb olmak gerek

Gün-be-gün müzdâd olup Mecnûn gibi efsâne
Ser-güzeşt-i âleme bir hoş kitâb olmak gerek

Hâfızâ irmek dilersen vaslına yârin eger
Cân teslîm eyleyüp cismin türâb olmak gerek
(Hâfız, v.: 33b)

4
Câm-ı vaslın lezzetin dûr olmayınca bilmedim
Zevk-i hâli mest-i mahmûr olmayınca bilmedim

Zahm-ı aşkın merhemi bir şîve-i yâr oldugun
Seyl-i hûn-ı sîne menhûr olmayınca bilmedim

Ayş-ı bezm-i yâr ile dil-şâd iken magrûr idi
Ol safâyı gayr-ı mesrûr olmayınca bilmedim

Şem’-i hüsn-i dil-rübâdan tâb iken gam-hâneler
Perde-i hasretle mestûr olmayınca bilmedim

Hâfızâ gülşende zâr u nâlesin şeydâların
Ben de gül-ruhsâra mehcûr olmayınca bilmedim
(Hâfız, v.: 36b)

5
Cevr-i bî-haddinle cânâ dil-figâr itdin beni
Sen de men tek zâr ol ey âfet ki zâr itdin beni

Mihnet ü hecrinle giryân oldı çeşmim şöyle kim
Garka-i seyl-âb-ı eşk -i bî-karâr itdin beni

Bir nigâh-ı düzd ile aldın dil-i dîvâneyi
Hem-ser-i Mecnûn edip sahrâ-güzâr itdin beni
Ey büt-i bî-rahm her bî-derde dermân eyledin

Hançer-i zehr-âb-ı gamla zahmdâr itdin beni
Bî-vefâ agyârı bir gül-deste tek aldın ele

Hor idüp ancak gubâr-ı reh-güzâr itdin beni
Arz idüp ruhsâr-ı sîmîninde hâlin noktasın

Merkez-i sevdâda bir pergâr-ı kâr itdin beni
Hâfızı bâg-ı belâ vü firkatinde subh u şâm

Bülbül-i âşüfte-hâl ü nâlekâr itdin beni
(Hâfız, v.: 43a) k

HÂŞİM:

   Maraş’ta doğan Kalenderzâde’den ders gören Hâşim, devrinin bilgin şairlerindendir. Şiirle ilgili bilgileri Besnili Hasmî’den almıştır. Hâfız Ali Efendi İlmî Eserler Kütüphanesi 291 numaralı yazma mecmuada, Hâşim mahlaslı bir müseddes bulunmaktadır. Söz konusu mecmuanın çoğunlukla Maraşlı şairleri ihtiva etmesi, Hâşim mahlaslı bu müseddesin Maraşlı Hâşim’e ait olabileceği kanaatini güçlendirmiştir. Bundan dolayı müseddes buraya alınmıştır.

Mütekerrir Müseddes
Bilinmez sanıp etme gayrılarla ahd ü peymânı

I
Duyulmaz nesne olmaz her ne denlü olsa tenhânı
Meseldir gözlüye yok gizli derler cânımın cânı
Kerem kıl göz göre kılma rakîbe lutf u ihsânı
Deme agyâra lutf etsem nihânî kim duyar anı
Olur çün ez-nihânî âşıka ilhâm-ı Rabbânî

II
Lebini dişleyip kasd-ı işâret etme agyâra
Acıtma cânımı gel hurde geçme bu dil-i zâra
Göz ucuyla beni gamz etme [gel] ey gül has u hâra
Sanıp bu bendeni gel gayr ile başlama bâzâra
Deme agyâra lutf etsem nihânî kim duyar anı
Olur çün ez-nihânî âşıka ilhâm-ı Rabbânî

III
Alıp satmak durur uşşâk her dem hâsılı kârın
Kurupsun çün rakîb ile varıp mahfîce bâzârın
Şehâdet eyler iken durmayıp evzâ’ı etvârın Habîbim fâide etmez senin hem bize inkârın
Deme agyâra lutf etsem nihânî kim duyar anı
Olur çün ez-nihânî âşıka ilhâm-ı Rabbânî

IV
Ola sanma sakın uşşâkı senden ey sanem gâfil
Duyulmaz anlayıp uyma rakîb-i dîve hem mâil
Egerçi dürlü dürlü perde asmak sonra hep kâbil
Velâkin âşıkız olmaz bize kevn ü mekân hâil
Deme agyâra lutf etsem nihânî kim duyar anı
Olur çün ez-nihânî âşıka ilhâm-ı Rabbânî

V
Elin yüze tutup açmazdan agyâra vefâ etme
El altından eyle lutuf bize cevr ü cefâ etme
Bu yüzden Hâşim-i miskîne sultânım ezâ etme
Duyulmaz sanma meylin gayra yanlışdır hatâ etme
Deme agyâra lutf etsem nihânî kim duyar anı
Olur çün ez-nihânî âşıka ilhâm-ı Rabbânî
(Mecmua, s. 862-864)

HAYÂTÎ
   1753 yılında Elbistan’da doğdu. Asıl adı Ahmed’dir. Elbistan müftüsü Seyyid Ahmed Efendi’nin oğludur. Babasından, amcasının oğlu Seyyid Ömer Efendi’den, Ciridzade Hasan Efendi’den ve Kayserili Ömer Efendi’den ilim tahsil etti. Babasının vefatından sonra, Elbistan’da 10 yıl müftülük yaptı.
   İstanbul’a taşınan Hayâtî, Ayasofya Medresesi’nde ders vermeye başlar, rüusa nail olur. Bu başarısı nedeniyle Sadrazam Yusuf Ziya Paşa’nın hocalığına görevlendirilir. 1809 yılında Bosna kadılığına atanan şair, 1810 yılında İstanbul’a döner, Köprülü Darü’l-hadis Medresesi’nde müderrisliğe başlar. 1811 yılında Bağdat kadılığına atanır. Bağdat’a giderken Elbistan’a uğrar, oğlu Halil Şeref Efendi’yi de beraberinde götürür.
   Astronomiyle ilgili Şerhu’l-Çağmini adlı eseri okutur. Kelam ve fıkıh usulüyle ilgili incelemelerde bulunur. Usturlap, mantık ve diğer konularda dersler verir. Görev süresinin dolması nedeniyle Elbistan’a uğrar, birkaç ay sonra da İstanbul’a döner.

   Kıymetli ve nadide eserlerden oluşan 200 cilt kitabını İstanbul kütüphanelerinden birisine bağışlar. Besim Atalay, Hayâtî’nin 1881 tarihinde öldüğünü belirtmektedir. Atalay’ın bu tespitini esas alan bazı kaynaklarda da bu tarih verilmekte, yanlışlık tekrar edilmektedir. Atalay’ın verdiği ölüm tarihini esas alırsak Hayâtî’nin 130 yaşında vefat ettiğini kabul etmemiz gerekir. Kaynaklarda, Hayâtî’nin yarım kalan eserlerinin oğlu Halil Şeref Efendi tarafından tamamlandığına değinilir. Halil Şeref Efendi, 1267/1850-51 yılında vefat ettiğine göre, Atalay’ın bu tespitine inanmamız mümkün değildir.
   Mehmed Süreyya, Hayâtî’nin ölüm tarihini biraz daha netleştirir. 1229 yılının Safer ayının onunda (1 Şubat 1814) vefat ettiğini belirtir. Şeref Efendi de, babasının ölümüne şu beyitle tarih düşürür:

Tefe’ülümde Şeref çıkdı bir güzel tarih
Hayâtî buldu hayat-ı ebed cinan içre

   Şiirin ikinci mısrası hicri 1230 tarihini vermektedir. Birinci mısradaki “bir” kelimesinin işaret ettiği rakamı 1230 tarihinden çıkardığımız zaman Hayâtî’nin 1229/1814 yılında öldüğü kesinlik kazanır. Halil Şeref Efendi de, babasının ölümüyle ilgili olarak 10 Safer 1229 (2 Şubat 1814) tarihini verir.

   Hayâtî, Üsküdar’da Nuh Kuyusu Caddesi yakınında bulunan Seyyid Ahmed Deresi Kabristanı’na defnedilir.

   Arapça ve Farsça’ya vakıf olan Hayâtî, hem bilgin hem de şairdi. Dini ve edebi konularda eserler yazmıştır. Türkçe, Arapça, Farsça şiirlerinin varlığından sözedilmektedir. Şiirlerinde Hayâtî mahlasını kullanmıştır.

ESERLERİ

1. Tehafüt-i Müstahrece: Kıyamet alametleri ve Mehdi’nin zuhuruyla ilgili kehanetlerde bulunanları reddetmek amacıyla yazılan bir eserdir. Eser, III. Selim’e sunulmuştur. Eserin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi (Hazine, no. 1701)’nde ve Süleymaniye Kütüphanesi (H. Mahmud Efendi, no. 4274)’nde yazma nüshaları bulunmaktadır. İsmail Paşa, eserin adını Tehâfütü’l-Müstehâda biçiminde yanlış kaydeder.

2. İs’âfü’l-Minne fi Şerhi İthafü’l-Cenne: 1797 tarihinde tamalanan İthâfü’l-Cenne adlı eserinin Arapça şerhidir. III. Selim’e sunulan bu eser, üç bölümden oluşmaktadır. Eserin bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi (Hafid Efendi, no. 272)’ndedir.

3. Haşiye ala Şerhi Risaleti’l-Kıyasi’l-Museviyye: Musa el-Pehlivanî’nin Risaletü’l-Kıyas adlı adlı eserine Muhammed bin Mustafa Erzurumî tarafından yapılan şerhe yazılmış Arapça bir haşiyedir.
Yazarın, bu üç eseri, bir arada İstanbul’da 1281 yılında basılmıştır.

4. Şerh-i Tuhfe-i Vehbî: Eserin tam adı Şerhu’t-Tuhfeti’d-Düriyye fi’l-Lugati’lFarisiyye’dir. Sünbülzade Vehbi’nin 58 kıtadan oluşan manzum Farsça-Türkçe sözlüğünün Türkçe şerhidir. Eser, 9 Mayıs 1791 tarihinde tamamlanmıştır. Sadrazam Koca Yusuf Paşa’ya ithaf edilmiştir. Eser, İstanbul’da birkaç kez basılmıştır. Bir baskısı da Kahire’de (Bulak Matbaası, 1271) yapılmıştır.

5.Şerh-i Nuhbe-i Vehbî: Sünbülzade Vehbi’nin Arapça-Türkçe sözlüğüdür. Bağdat’ta iken, Sünbülzade Vehbi’nin bu eserini şerhetmeye başlayan Hayâtî, eseri tamamlayamamıştır. Oğlu Halil Şeref Efendi tarafından 1261/1845 yılında tamamlanmış, Sultan Abdülmecid’e takdim edilmiştir. Eserin, 1267/1851 yılında Halil Şeref Efendi hattıyla yazılan nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (T.Y. no. 5773)’ndedir.

6. El-Kasidetü’n-Nuniyye fi’l-Mantık ve’l-Adâb: 1810 yılında Köprülü Daraü’l-hadis Medresesi’nde müderris iken yazdığı Arapça bir kasidedir. Eserin müellif hattı nüshası İzmir Milli Kütüphanesi (no. 1887/5, vk. 37a-41b)’ndedir.

7. Şerh-i Tuhfe-i Şâhidî: Şerhü Tuhfetü’l-Manzûmâti’d-Dariyye fi Lugati’l-Farisiyye ve’l-Dariyye adıyla (Matbaa-i Amire, İstanbul 1215, 1254, 1266) basılmıştır.

8. Risale fi Adedi’s-Suver ve Bazı Ahvali’l-Kırae.

9. Lugat-i Hayâtî.

10. Vahabiliğe Reddiye: Hayâtî, Ömrünün son bir ayını bu kitaba hasretmiş, ancak tamalayamadan vefat etmiştir.

11. Elbistan’la ilgili bir eser.

Son dört eserinin nüshalarının nerede olduğu bilinmemektedir.

GAZEL

Hakîkat gülşeninde gül de bülbül de der hû hû
Kamûnun maksadı hakdır gerek illâ gerek lû lû

Gülistan-ı hüviyette ötüp hû hû diyen murgun
Ne hû hû der ne yû yû der ne bû bû der ne hem cû cû

Maârif bağçesinde bülbülem diyen hezar amma
Kimi ak ak kimi taslak kimi şakrak kimi gû gû

Bu kesret âleminde sırr-ı vahdet bilmesi müşkül
Bilir ancak akâlîm-i hakâyıkda gezen sû sû

Hayâtî bahr-i hubbun sâhil ü pâyânı var sanma
Bütün cû cû’ya gû gû-veş de etsen sû-be-sû nû nû.

HAYÂTÎZÂDE HALİL ŞEREF

   Bilgin ve sanatkâr bir aileye mensup olan şair Elbistan’da doğmuştur. Asıl adı Halil Şeref’tir. 1800 yılında vefat eden Elbistan Müftüsü Ahmed Efendi şairin dedesi, Hayatî Hacı Ahmed Efendi de babasıdır. Fatin’in ve Besim Atalay’ın verdiği bilgiye göre Şeref Efendi 1796 yılında doğmuştur. Tuhfe-i Nâilî’de bu kaynaklar esas alınır. Mehmed Süreyya farklı bir tarih verir, şairin 1795 yılında doğduğunu vurgular.

   Önceleri babasından Arapça ilimleri öğrenir. Sonra babasıyla İstanbul’a giden şair beş yıl boyunca bilgisini artırır, icazet aldıktan sonra memleketine döner. Elbistan’da boş durmaz. Babasının tamamlayamadığı Nuhbe-i Vehbi’yi tamamlar. 1844 yılında İstanbul’a gelir, tamamladığı eseri padişaha sunar. Bunun karşılığında “tedris-i rüûs”a nail olur. Kudsi Bakulu’nun astronomi ile ilgili Esrarü’l-Melekut adlı eserini Efkâru l-Ceberut adıyla tercüme eder. Bu çalışmasıyla şöhrete kavuşur. Eser, 1265/1848-49 yılında İstanbul’da basılır. Şair, 1849-50 yılında mevleviyetle Bağdat’a gider, görevini icra ettikten sonra Elbistan’a döner. 1267/1850-51 yılında Elbistan’da vefat eder. Şairin Arapça ve Türkçe bir hayli şiiri ve risalelerinin olduğu belirtiliyorsa da Fatin’in ve Atalay’ın aktardığı şiirden başka şiirine rastlanılmamıştır.

   Hayatizade Halil Şeref Efendi’nin mezarı bir yıkımın kurbanı olmuş, mezar taşı, insaflı ve iyi niyetli birisinin eline geçmiş, Ceyhan Camii’nin deposuna kaldırılmıştır. Caminin deposuna taşı kim getirmiştir, ne zaman gelmiştir. Bu konuda bir bilgiye ulaşamadık. Ceyhan Camiinde bulunan mezar taşının Arif Bilgin tarafından fotoğrafı alınır, bilgisayara kaydedilir. Mezartaşı üzerinde bulunan 4 beyitlik şiirin son beyti şöylece bitmektedir:

Göz yaşı ile yazdı târîh-i fevtin Şefik
Terkeyledi hayatı vâh vâh Hayâtîzâde
1267

ESERLERİ

1. Ravzatü’l-eşraf fi’l-muzaf ileyh ve’l-muzaf: Arapça’dan Türkçe’ye isim tamlamaları dizinidir. Dört ciltlik bir eserdir. Muhammed Emin el-Muhibbi’nin, Seâlibî’ye ait Simarü’l-kulûb fi’l-muzaf ve’l-mensub’u alfabetik hale getirdiği Mâ yuavve’l aleyhi fi’l-muzaf vel-muzaf ileyh adlı eserine dayanılarak haszırlanmıştır.

2. Efkârü’l-ceberût fi tercümeti esraril-melekût: Eserin asıl metnini oluşturan Esrarü’l-melekût Bakihanlı lakabı ve Kudsi mahlasıyla tanınan Bakülü tarihçi, edip ve şair Abbas Kuli Ağa’nın (öl. 1846) astronomi konusunda önce Farsça yazarak sonra Arapça’ya çevirdiği ve 1846 yılında Sultan Abdülmecid’e sunulan bir eserdir. Padişah tarafından beğenilmesi nedeniyle bu eser, tercüme için Sadrazam Reşid Paşa tarafından Halil Şeref Efendi’ye verilir. O da, tercümeyle birlikte astronomi, tefsir, hadis ve benzeri eserlerden yararlanarak yeni bir eser ortaya çıkarır. Eserin şerhini yapar. Eser basılır (İstanbul 1265).

3. Divan: Bugüne değin divanıyla ilgili bir bilgiye raslamamıştık. Prof. Dr. Recep Dikici, bu eserin Samsun Gazi Kütüphanesi’nde 109 numarada kayıtlı bulunduğunu ifade etmektedir.

GAZEL

Cemâli bâğı ne hoş gülistan-ı hikmetdir
Gönüller anda gezer bülbülân-ı hikmetdir

Aman o gamzeler âfet girişmeler hikmet
Şaşırdım anı görünce çemân-ı hikmetdir

Çü cüz’ün lâ-yetecezza o nokta-i mevhûm
Bilinmedi kim umur dehân-ı hikmetdir

Güneş yüzünde görünce hilâl ebruyu
Demişdir ehl-i felek bu Kur’ân-ı hikmetdir

Bakılsa kudret bâri müşâhede olunur
Sahîfe-i rûhi âyinedân-ı hikmetdir

Bu kaşların ki çekilmiş yarağ-ı kudretle
Berât-ı hüsnüne ey şâh nişân-ı hikmetdir

Rızâ-yı bûs-i leb-i dil-i hikmeti Şeref sorma
Hulâsâ âb-ı hayât tâze cân-ı hikmetdir.

HAYRULLAH HAYRÎ EFENDİ:

   Hayrullah Efendi, H.1195/M.1780 tarihinde İstanbul’da doğdu. Sünbülzâde ailesindendir. Hayrî Efendi, Sünbülzâde Vehbî’nin sulbünden olduğunu bir beytinde şöyle dile getirir:

Dâimâ bir gül-izârın nâr-ı aşkıyla yanar
İbn-i Vehbî nesl-i Sünbülzâdeden Hayrî-i zâr

   Kadılık ve emsali birçok görevi ifa etmesine rağmen, ahir ömründe fakr u zarurete düşen şair, bu dönemde geçimini yazdığı kaside ve düştüğü tarihlerin caizeleriyle sağlamıştır. Hayrullah Hayrî Efendi, H.1267/M.1850 senesinde vefat etmiştir. Bir gazeli şöyledir:

O Yûsuf kıymetin bir dürlü kaçmazdım bahâsından
Harîdârân elin çekseydi zeyl-i ibtilâsından

İsâbet etdim ammâ hâline tagbîr-i anberde
Hatın müşge müşabîhdir dedim tövbe hatâsından

Tasavvur eyledikçe sînesin âgûş-ı vuslatda
Dil-i âşık döner mir’ât-ı hurşîde safâsından

Varıp mey-hâneye ferş-i hasır-ı îyş u nûş etsek
Usandık zâhid-i mescid-nişînin bu riyâsından

Ruh-ı sâkî ne mihr-i âlem-ârâdır ki aks etse
Döner câm u hilâli bedre te’sîr-i ziyâsından

Emip gül-nârı la’lin eyleme âzürde-i dendân
Ki cân versen de sonra kurtuluş yok diş kirâsından

Bu gülşende açılmaz gonce-i ümmîd-i ehl-i dil
Gelirse nefha-i Îsâ dahi bâd-ı sabâsından

Veren bu âb u tâbı eşk-i âh-ı âşıkân sanma
Sitanbul dil-beri nâzik olur âb u hevâsından

Bu rûy-ı tâb-nâkiyle ne bâga cilve-rîz olsa
Gül-i hurşîd olur üşküfte zerrât-ı fezâsından

Bana pîrân-ı devrân ile ülfet hoş gelir Hayrî
Cihânın nev-civânân u atâsız bî-vefâsından

HAYRÎ:
   Asıl adı Hayreddin Lâmî olup, Sünbülzâde Vehbî’nin ortanca oğludur. Öğrenimini bitirdikten sonra Rumeli şehirlerinde kadılık yaptı. Şeyhülislam Ârif Hikmet’in ifadesiyle “şair oğlu şairdir”.

HİLMİ EFENDİ

   Doğum tarihini tesbit edemediğimiz Muhammed Hilmi Efendi, Malatya’nın Darende ilçesinin Yenice kasabasında doğdu. Babası Hacı Yusuf Ağa, annesi Emine Hanım’dır. İlk öğrenimini Darende’de tamamladı. İhtisas için İstanbul’a gitti. Sultan Abdülaziz zamanında Fatih medresesinde öğrenimini sürdürdü. Müderris Sadık Efendi’nin himayesiyle Gümüşhaneli Ziyaeddin Efendi’nin ders halkasına katıldı. Bu zattan icazet aldıktan sonra Darende’ye döndü. Sivas’taki Nalçacı Hacı Ahmed Efendi’den feyz aldı. Hacı Almed Efendi, Küçük Âşık Efendi adıyla anılan Aşık Muhammed Mısrî’nin, bu da Halid-i Bağdadi’nin halifesidir. Bir müddet sonra da icazet aldı.

   Bu günlerde Darende çevresinde haksızlık ve zulüm artmaya başladı. Muhammed Hİlmi Efendi, babasına, “asıl vatanımız Medine’ye hicret edelim” biçiminde bir teklif getirir. Kendilerinden doğan çocukların da ileride zulüm yapabileceklerini, bu durumun kendilerini rahatsız edeceğini belirtir. Bu olay nedeniyle 1858 yılında Maraş’a göçerler. Burada iki yıl kalır. Duraklı Camii adıyla anılan Seyyid Ali Bey Camiini tamir ettirirler, caminin hücrelerinde kalırlar. Buradan Gaziantep’e gider. On yıl ikametten sonra tekrar Maraş’a döner, Duraklı Camiine yerleşir, halkı irşat etmeye, öğrenci yetiştirmeye çalışır.

   Maraşlı bilginlerden Tekerekzade Mutiullah Efendi, Hilmi Efendi’yi imtihandan geçirmek ister. Farklı sorulardan oluşan bir mektup yazar. Mektubu oğluna verir, Hilmi Efendi’ye gönderir. Çocuk mektubu vermek için kapıyı çalar. Hilmi Efendi, “Evladım mektubu bize vermene gerek yok, al bunu babana götür. İstediği şey içerisindedir” buyurur. Çocuk mektubu alır, babasına götürür. Mutiullah Efendi, oğlunu dinledikten sonra mektubu açar. Hayret ve şaşkınlıkla şu şiiri okur:

Hakikat ilminden aldım dersimi
Okudum özümden illallah dedim

Urundum tâcımı geydim postumu
Destur aldım pîrden illallah dedim

El içinde elpendidir elpendi
Açdı bahar yazı, bülbül uyandı

Benden nutk istemiş Mutiullah Efendi
Her varımdan geçdim illallah dedim.

   1900 yılında Duraklı Camii’nin inşaatı sürerken çatıdan düşer, vefat edinceye değin camiye gidemez. Namaz kıldırma görevini oğlu Mahmud Nedim Efendiye bırakır. 1916 yılında Maraş’ta vefat eder. Şeyh Adil Mezarlığı’na defnedilir.
   Muhammed Hilmi Efendi, Hilmi mahlası ile şiirler yazmıştır. Duraklı Camii’nin kapısındaki kitabe Hilmi Efendi’ye aittir. Bu kitabe, Duraklı Camii’nin tamiratı ve yeniden ibadete açılışı nedeniyle yazılmıştır. Muhaammed Hilmi Efendi’nin “Mizanü’ş-Şeriat Bürhanü’t-Tarikat” adlı eseri, A. Remzi Eser tarafından sadeleştirildi, 1995 yılında basıldı.

Hamdülillah avn-i Hakla buldu bu mescid tamâm
Ehl-i hayrât sarf-ı himmet eyledi oldu tamâm

Hak telâlâ rahmet etsin kim buna bir taş kodu
Cennet-i Âlâ’da versin onlara âlî makâm

Hem dahî bulsun selâmet beş vakit namaz
Kıl namazı bul rızâyı gel niyâz et subh u şâm

Bâ-husus bu âcize kılsın terahhum lutf ile
Çün delâlet ettiğiçin vüs’i mikdârı müdâm

Yazdı Hilmî şevk ila umrânını târih hitâm
Bârekallahü’l-kadir tâ ilâ yevmi’l-kıyâm.

HÜSAM EFENDİ:

   XVII. asır divan şairlerinden olan Hüsam Efendi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Süleymaniye Kütüphanesi Fatih 5435/17 numaradaki bir risalede adı Hüsam bin Halife el-Mar’aşî olarak kayıtlıdır.

İLMÎ

   İlmî hakkında bilgi veren ilk kaynak Osmanlı Müellifleri’dir. Diğer eserlerde tekrarlanan bilgiler bu kaynağa dayanmaktadır.
   İlmî’nin ne zaman doğduğu bilgimiz dışında kalmaktadır. Şairin asıl adı Ali’dir. Çelebizade lakabıylada anılmaktadır. Elbistanlı bilginlerden Ahmed Efendi’nin oğludur.
   
Ali Efendi, Maraş’ta yetişmiştir. Hem bilgindir, hem de şairdir. Şiirlerinde İlmî mahlasını kullanmıştır. Kalender Paşa, Fransızların Mısır’ı işgal ettiği günlerde birlikleriyle birlikte Akka kalesinde çarpışır. Ali İlmi Efendi, 1216/1801-02 yılında yazdığı bir şiirle bu durumu dile getirir. Şiirin kendi el yazısıyla yazılmış orjinal metni Bekir Sami Bayazıt’tadır. Bir hayli şiirinin bulunduğu belirtilmektedir. Osmanlı Müelliflerinde üç beyti yer almaktadır.
   
   I. Kahramanmaraş Sempozyumu’nda Abdurrahman Daş’ın hicri 1210 Maraş Depremi ile ilgili bir tebliği yayımlanır. Deprem, hicri 1210 yılının cemaziye’l-evvel ayının 17. Cumartesi günü sabahleyin saat yedide veya öğle saatlarında gerçekleşir. Verilen bu tarih, 29 Ekim 1795 yılının karşılığıdır. Bu tebliğde depremle ilgili olarak şairler tarafından yazılan tarihler yer almaktadır. Hafız Halil’in oğlu Hafız Ahmed Nuri tarafından derlenen bu tarihler “Tarih-i Zelzele-i Ma’aş adını taşımaktadır. Bu tarihler, Konya Büyükşehir Belediyesi Koyunoğlu kütüphanesi no. 13773te kayıtlı bulunan Mir Ra’fet Murtaza bin Ali Beğzade’nin Divan-ı Hasmî adlı eserinde kayıtlıdır. Abdurrahman Daş, şair Hasmî’nin kimliğiyle ilgili bilgi vermemektedir. Tarihlerin kime ait olduğu konusunda da açıklık yoktur.

   Tezkirelerde Hasmî adıyla anılan tek şair vardır. O da, Besnili Hasmî’dir. Divan’ın Besnili Hasmî’ye mi, yoksa başka bir şaire mi ait olduğunu bilmiyoruz. Tebliğde kayıtlı bulunan 7 tarih yer almaktadır. Bunlar hakkında da açıklayıcı bilgi yoktur. Birinci, ikinci, üçüncü tarihin son beyitlerinde İlmi mahlası kullanılmaktadır. 7. tarihte Mirzade mahlası kullanılmıştır. 4, 5, 6. tarihlerde mahlas kullanılmamıştır. Bu nedenle bu tarihlerin kime ait olduğu bilinmemektedir. Bu tebliğde yer alan üç manzumenin şair İlmi’ye ait olduğu kanaatındayız. Hasmî Divanı’nın 140b-141b varakları arasında bulunan 3. tarihi örnek olarak sunuyoruz.

ESERLERİ:

   Nazmü’l-Bedi’: 1809 yılında tamamlanan Tuhfe-i Vehbi tarzında yazılan bu eser Farsça, Arapça ve Türkçe kelimeleri içermektedir.

   Şerh-i Tuhfe-i Vehbi: Sünbülzade Vehbi’nin “Tuhfe-i Vehbi” adlı eserinin şerhidir. Eserleri basılmamıştır.

Manzum Tarih

Hayy ü kadîm ü kâdir ü feyyaz ü müsteân
Kün emri ile âlemleri eyledi ayan

Olsun sipas Hazret-i Yezdana dem-be-dem
Câri olursa emri, eder âlemi adem

Misl ü şeriki dehrde adimdür
Yokdur nihayeti, ana efendi kadîmdür

Ger olmasaydı dehrde Rahman hem Rahîm
Kahr u gazabla eyler idi âlemi adîm

Bî-hadd übî-nihaye bizim de kusurumuz
Affetmese günahımızı ger Gafurumuz

Dâreynde bulur mu aceb bizi iden rehâ
Ol kılmasaydı illet-i cürme eğer deva

Tezkîr içün ibada, Huda kahr-ı kuvvetin
Bildirmek içün âleme Allah kudretin

Mâh-ı Cemaziye’l-evel’inin on yedincisi
Saat yedide yevm-i Sebtde kıldı herkesi

Sermest ü hayran-ı cêam-ı ra’şe-i zelzele
Virdi zemin-i Mar’aş’a dehşetiyle velvele

Bir hoş seda-yı muhişe kim eyledi zuhur
Mahlûk-ı şehri kıldı bî-huzûr

Geldi ukeyb-i bângda bir ra’ş-i hevlnâk
Ditretti cirm-i hâki hemân eyledi çâk çâk

Bir hoş oldu bade-i ra’şıyla cümle nas
Olmaz cihanda sanır bu havf hiç kıyıs

Binden ziyade bâm u cidar oldu münhedim
Hayli menâre oldu mesâcidle mün’adim

Ez-cümle Ak Minare ki, serv-i revan idi
Ecsad,ı şehr-i Mar’aş’a ruh-i revan idi

Viran kıldı dest-i kaza vü kader anı
Bir lahza içre itdi tezelzül heder anı

Bâm ü cidarı münhedim itdükde ol İlah
Oldı sükûf-i beyt nasa hep kûlah

Zîr-i bî-havf-i hâke girüp nice merdümân
Teslim-i rûh eyleyûben virdi cân

Oldı derûn-i kal’ada nice hâneler harap
Üçyüz denildü hâne-i virân ale’l-hesap

Havf ile şimdi hamlini vaz’ eyleyüp zenan
Bî-hûş oldu bîm ile hep sınıf-ı merdümân

Kınk gün oynadı efendi bu cirm-i zemin
Oldı ahâlî havf ile hep bâdiye nişîn

Cûlar kesildi zelzele vaktinde bü’l-aceb
Bu yazdığım düruğ değül, dinle bunu hep

Sun’-ı Hudâ’ya dîde-i ibretle kıl nazar
Mânend-i kûr olma, gör sende bî-basar

Zîr-i sukûf-i bâmdan iden hele firar
Kurtardı fakir beni avratla Gird-gâr

Böyle bela bizlere göstermeye Hudâ
İki cihanda ide bizi kederden cüdâ

İlmî yolunca dedi bu târih-i dil-keşi
Hudâ kıldı zelzele virane-i Mar’aş’ı
sene 210

Beyitler

Deminde yağmasa bârân-ı ihsan
Letâfet-i sebze-zârı tâze olmaz

Cihanda küçük ü büzürk katında
Keremden rast ter-âvâze olmaz

Efendi lutfet ölçüp biçmeyi ko
Meta’-ı himmete endâze olmaz

KÂMİL

   Mustafa Kâmil Efendi, 1857 yılında Maraş’ta doğmuştur. Şîrevîzâde Debbağ Halil Ağa’nın oğludur. İlk eğitimini Maraş’ta ve Kilis’te yaptı. Eğitimini tamamlamak amacıyla İstanbul, Kırkağaç ve Balıkesir’den sonra Manisa’ya gitti. Manisa’nın tanınmış bilginlerinden Hacı Evliyazâde Ali Rıza Efendi’den (ö. 1885) Arapça dersleri aldı. Mustafa Kâmil Efendi’ninManisa’ya ne zaman geldiği konusunda bilgimiz yoktur. Onun Güfte-i Kâmil adlı eseri 1881 yılında Manisa’da basılmıştır. Bu bilgiden hareketle onun Manisa’ya bu tarihten önce geldiğini söyleyebiliriz.

   Manisa’dan İzmir’e gider. Ali Rıza Efendi’den icazet alır. Yozgatlı Hoca Mustafa Keşfî Efendi’nin (ö. 1890) derslerine devam eder ondan da icazet alır (1887). Bu tarihten sonra, İzmir’in eğitim kurumlarında çalışmaya başlar. Farklı medreselerde ve okullarda çalışır. Bu kurumlarda ne zaman ve ne kadar çalıştığı konusunda kesin bilgiye ulaşılmamaktadır.

   Moralı (Hacı Hüseyin Ağa) medresesinde 10 yıl (1898-1908) müderrislik yapmıştır . 1915 yılında Sultan Selim’in Kurşunlu medreselerinde müderrislik yaptığı zikredilir. Hamidiye Sanayi Mektebi’nde 18 yıl Arapça, Farsça, Lisan-ı Osmani öğretmenliği yapar (1899-1917). Bu okullarda çalışırken, başka okullarda da derslere girer. Çırak Mektebi’nin gece eğitimine katılır, Farsça dersleri verir (1902). Şark Mektebi’nde Arapça ve Farsça okutur.

   Uzun yıllar eğitim hizmeti veren Kâmil Efendi, II. Meşrutiyet döneminde ilmi ve pedegojik faaliyetlere katılır. Mütareke ve işgal günlerinde de görevini sürdürmeye devam eder. 15 temmuz 1924 tarihinde İzmir’de vefat eder. Uluyol Kabristanı’na defnedilir. Sada-yı Hak gazetesi onun ölüm haberini şöylece duyurur: “Maraşlı Kâmil Efendi irtihal-i dâr-ı bekâ eyledi. Uzun müddet muhtelif mekteplerde muallimlik ve medreselerde müderrislik eden, gazetemizde dini makaleler yazan Kâmil Efendi hocamız evvelki gece sekte-i kalpten irtihal-i dâr-ı bekâ eylemiştir.”

   Mustafa Kâmil Efendi’nin Saadet gazetesine yazdığı “Fazilet-güster” makalesinden anlaşıldığına göre 14-1 yaşlarında şiir yazmaya başlamıştır. Tercüman-ı Hakikat’ın 1882 Mart’ında yayımlanan bir naziresi ile birkaç gazeline raslamaktayız. “Talebeden Mustafa Kâmil” imzasıyla 1886 Ekim’inde Muallim Naci’nin edebiyat sütununu idare ettiği Saadet gazetesinde birkaç makalesi ve birkaç şiiri yayımlanmıştır. Sultan Hamid’in doğum ve tahta cülus tarihlerinin yıldönümünde yazdığı şiirler İzmir’in tanınmış bestecisi İsmail Zühtü tarafından bestelenmiştir.

   Sultan Hamid döneminde Saadet, Tarik, Tercüman-ı Hakikat, Mektep, Malumat, Mecmua-i Edebiyye gibi İstanbul gazete ve dergileriyle İzmir’de yayımlanan Hizmet, Ahenk gazetelerinde şiirleri ve makaleleri yayımlanmıştır. 1888’den itibaren Hizmet gazetesinde yazmaya başlamıştır. İbn-i Sina, Kavaid-i Arabiyye adlı çalışmaları tefrika edilmiş, Şair Eşref’le yaptığı atışmaları içeren şiirlerinin kitap halinde çıkacağı belirtilmiş, fakat mümkün olmamıştır.

   Hizmet gazetesinin kapanışından sonra Ahenk’te şiir ve makaleler yayımlamıştır. Dil yönünden ılımlı sadeleşmeyi savunmuştur. Balkan ve I. Cihan savaşlarında yazdığı cihad şiirleriyle dikkat çekmiştir. İzmir, Köylü gazetelerinden sonra Mizanü’l-Hukuk, Edep Yahu, İbiş, Çapkın gazetelerinde yazmıştır. İşgal sırasında İslahat, Hakka Doğru, Yıldız, Sada-yı Hak gazete ve dergilerinde yazmıştır. Az sayıda yazdığı hikayelerinde dönemin sosyal proplemlerine ışık tutmuştur.

   Kâmil Efendi, medrese çıkışlı olması nedeniyle eski şiire aşina idi. Şekil ve muhteva itibariyle Muallim Naci çizgisini izlemiştir. Sultan Hamid ve Meşrutiyet döneminin seçkin bir aydını olan Kâmil Efendi, İzmir’in edebiyat ve basın dünyasında yerini almıştır. Yeniliklere açık, serbest fikirli, hür düşünceli bir insandı.

BASILMIŞ ESERLERİ

1. Güfte-i Kâmil (Yeni Palamastra Matbaası, 1299/1881, Manisa). Şairin ilk eseridir. Manisa’da iken arkadaşları tarafından bastırılmıştır.

2. Usul-i Akyise (Şirket-i Mürettibiye Matbaası, 1307/1889, İstanbul). Arapça, Farsça bir eserdir. Mantık’ın kıyas yöntemiyle ilgilidir. 16 sayfalık küçük bir risaledir.

3. İbn-i Sina, (Kasbar Matbaası, 1307/1889, İstanbul). İbn-i Sina’nın ruh hakkındaki bir kasidesinin Türkçeyi aktarılmış biçimidir. İlk kez Hizmet gazetesinde yayımlanmıştır. 16 sayfadır.

4. Kavaid-i Arabiyye (Ahenk Matbaası, 1313/1895, İzmir). Ahenk gazetesinde tefrika edilmiştir. 71 sayfalık küçük bir risaledir.

5. Abdülvehhab Haşiyesi, Mar’aşi Haşiyetü Abdülvehhab. (İzmir Matbaası, 1318/1900, İzmir). Ahlak ve İlm-i Âdâb’la ilgilidir. 226 sayfalık Arapça bir eserdir.

6. Müntehap Sarf-i Osmani (Keşişyan Matbaası, 1327/1909 İzmir). mekteb-i Sanayi Nazırı İsmail Fazıl Paşa’nın arzusu üzerine yazılmıştır. 52 sayfadır.

7. Dinî ve Tarihî Menakıb-ı İmam-ı Azam Ebu Hanife (Ahenk Matbaası, 1340/1922 İzmir). Muhaddislerden Şeyh Muhammed b. Ahmed El-Dımışkî’nin Ukûdu l-Cihaz adındaki eserinin tercümesidir. 64 sayfadır.

8. Manzume-i Harb.

BASILMAMIŞ ESERLERİ

1. Zübde-i Baharistan.
2. Tağlit-i Galatat.
3. Hey’et-i islamiyye.
4. Risale-i Yaiyye.
5. Vazifelerimiz.
6. Şiirler

ŞİİRLERİ

Ey felek kahreyleyip âlemde hâr ettin beni
Bir gün olsun etmedin hurrem nizâr ettin beni

Genç iken attın garip illerde bî-zâd ü vedâd
Etmedin bir lâhza feyz-i şefkâtinle bârî şâd

Bilmedim olmak nedir âlemde âyâ ber-mûrad
Ber-mûrad olmak meğer olmak imiş hep nâ-mûrad

Beslemek tulû emel beyhudedir insan için
Mihnet-i müzdâd olur ettikçe ömrü izdiyât

Gördüğüm zevke bedel her lâhza bir nev-i keder
Dehre gelmekten kederlenmek imiş maksat meğer

Bence müsteb’ad iken bir gün olup etmek sefer;
Bekliyorken öz vatandan barî bir şâfî’ haber

Çeşm olup her zerre cismimle eylerken nazar;
Sevgili kardaşlarım dünyadan etmişler güzer

Tîr-i hûn efşanla hûn âhûd olup pirâheni
Kanla dolmuş can verirken hâke düşmüş dâmeni

Kıymadan etmiş şehit masumu hain Ermeni
Maraş’ın derya-yı hûn olmuş bütün pirâheni

Ah kim şimdi garib oldum vatansız, yarsız
Gurbet ilde ağlarım ârâm-sûz gam-hârsız

Âteş-i firkat ne mümkündür sönmek sinede
Gösterir elbette suret kendini âyinede

Yok imiş hergiz beka sohbet-i dîrînede
Münkalipdir hâke elbet pişter-i pişmînede

Sohbet ve cem’iyyet-i yâran kalmaz ber-siyak
Söylenir dilde meseli fi külli cem’in iftirak

Geçmiyor bir gün ki azar etmesin devran bana
Mümteni bir şekl alır her gördüğüm asan bana

Her ne maksat olsa yok vuslat için imkan bana
Leyle-i zührada müslimdir meh-i tabân bana

Kalmadı vuslat için dünyada artık ihtimal
Haşre kaldı ba’de-zîn oldu muhal ender muhal

Gitmiyor bir dem hayalimde o hengam-ı visal
Rahnedar eyler düşündükçe beni hançeri misal

Vermemişken böyle bir hicrana asla ihtimal
Eylemezken öyle bir hengameyi vehm ü hayal

Pîçgâhımda felek gösterdi kanlı bir kefen
Hâke düşmüş bir beden kanla boyanmış pirehen

Kat-i ümid etmiyordum gerçi söylerdim iyan
Gün geçer vuslat olur belki gelir de bir zaman

Gelmemişdi hatıra bir böyle mevt-i nâ-gehân
Böyle bir suzişli hengam böyle bir matemli an

Ba’de-zîn olsun bana âlemde şâd olmak haram
Ba’de-ma göstermesün isterse devran ihtişam

Harp Manzumesi’nden

Aferin ey kahraman, ey şanlı evlâd-ı vatan
Hasma karşı ettiğiniz merdane imdad-ı vatan

Behremend olsun vatan kadrin bilip takdir eden
Yerlere batsın bütün namıyla bed-zad-ı vatan

Ey vatan, ihlas ile özler öz evladın seni
Baksalar her sinede bir türlü var yad-ı vatan

Kim çeker işkence-i dehri vatansız, namsız
Ölmek evladır bize gördükçe bidad-ı vatan

Merd değil, muhlis değil, hakkıyla evladın değil
Vermeyen cânın bera-yı fikri abâd-ı vatan

Gurbet ilde hoş geçer ömrü garibanın bile
Esse semt-i külbe-i ahzanına bad-ı vatan

Gün gelir elden giderler bad-ı izmihlal ile
Olmayanlar hadim-i teşyîd-i bünyad-ı vatan

KIT’A

Bir kusur işleyeni kalkma heman te’bide
Uslanır belki biraz sabr u sükûnet göster
Etmeden bir işi evvelce güzelce tahkik
Hakk-ı maznunda ne rıfk u ne huşûnet göster

KENAN BEY

   1830 yılında Maraş’ta doğdu. Bayezidoğulları ailesindendir. Diyarbakır valisi Süleyman Paşa’nın oğlu, Kalender Paşa’nın torunudur.
   
   Yusuf Kenan Bey’in annesi için iki farklı isim verilmektedir. İbnülemin Mahmut Kemal İnal’a göre Kenan Bey’in annesi Şerife Hanım’dır. Bekir Sami Bayazıt’a göre Gülendam Hanım’dır. Her iki yazar bir noktada birleşirler. Kenan Bey’in annesinin Zülkadiroğulları’ndan olduğunu ifade ederler.

   Bekir Sami Bayazıt’ın Kahramanmaraş’ta Bayazıtoğulları adlı eserinde “Aşağıdaki türkü Süleyman Paşa’nın haremi Gülendam Hanım için söylenmiştir” ifadesi yer alır. Beyoğlu mahlasıyla yazılan bir şiirde de,

Malatya şehrine varayım dedim
Gülendam Hanım’ı göreyim dedim
Onun mah cemalin göreyim dedim
Anı da mezara koydu den varın

ifadelerine yer verilmektedir.

   O günün merkeziyetçi idaresi, siyasi zafiyeti nedeniyle taşradaki nüfuz sahibi şahsiyetlerin çocuklarına belirli rütbeler verir. Yusuf Kenan Paşa da Mirü’l-Ümera rütbesiyle taltif edilir.
   İlk eğitimine Maraş’ta başladı. Babasının ölümüyle henüz çocuk yaşında iken Mirülümeralık rütbesiyle paşa oldu. 16 yaşına kadar Maraş’ta kaldı. Öğrenimini tamamlamak amacıyla annesiyle birlikte İstanbul’a gitti. Bir müddet sonra askerî rütbesi mülkiyeye dönüştürülür, 1845 yılında Sadaret Mektubi Odası’nda memuriyete başlar. 1860 yılında ikinci sınıf rütbe ile Hariciye’ye ve Sadaret Mektupçuluğuna atanır. İki yıl sonra birinci sınıf ve ikinci rütbe ile Mecidî nişanına layık görülür. 1867 yılında Tunus Kapıkethudalığı görevi de mektupçuluğuna ilâve edilir. 1868 yılında Bâlâ rütbesiyle Dahiliye Nezareti Müsteşarlığına terfi eder. 1869’da Mahkeme-i Nizamiye üyeliğine atanır. Mahmud Nedim Paşa’nın sadrazamlığı döneminde ikinci kez Sadaret Mektupçuluğuna, kısa bir müddet sonra Divan-ı Hümayun Amedciliğine atanır.

Hüseyin Avni Paşa’nın sadrazamlığında Şura-yı Devlet azâlığına atanır. Mahmud Nedim Paşa’nın ikinci sadaretinde Divan-ı Ahkâm-ı Adliye Muhakemat Dairesi üyeliğine atanır.

   Kenan Bey, 22 Ağustos 1876 günü vefat eder. Merkez Efendi Kabristanı’na defnedilir.

   Vakanüvis Lutfi efendi’nin Kenan Bey’in ağzıyla yazılan tarihini aynen aktarıyoruz:

Maraş’ın rüknü iken ben siğâr-ı sinnimde
Validemle gelüp İstanbul’a mirane edâ

Paşalık namını terk ile yazıldım kaleme
Hame-i sa’yi alup destime mânend-i asa

Şîr ü inşada kariham giderek oldu küşâd
Yazdığım maddeleri hep beğenirdi vükela

Bu sebeple mütehayyiz olarak beyne’l-enâm
Kalemimle nice hizmetleri ettim ifa

Zulmümün dâiresi nefsime mahsur idi hep
Etmedim ben bilerek devletime cürm ü hata

Görmedim bir düziye ömrüm içinde rahat
Doymadım gençliğime hayf bana vah bana

Yazı yazmak gibi buz üstüne geçti ömrüm
Geçiyordu çabucak ahd ü zamanım hayfa

Günehim her ne kadar çoksa da andan çokdur
Afv ü ihsan-ı İlahiye ümidim Hakk’a

İrciî emrine oldukda muhatap nefsim
Can atup oldum o dem rahrev-i semt-i baka

İsmimi seng-i mezarımda gören ehl-i kerem
Bana lutfen ideler, yalvarırım hayr dua

Haber-i fevtime bu noktalar olmuş tarih
Mir Kenan’a Huda cenneti kıla me’vâ

   Uzun boylu, esmer, seyrek sakallı idi.
   Kenan Bey, şairlikten daha ziyade inşa yazarlığı ile şöhret kazanmıştı. Devletin gizli sırlarının Kenan Paşa tarafından Hidiv İsmail Paşa’ya haber verildiği kanaatine sahip olan Sadrazam Âlî Paşa, Kenan Bey’i Dahiliye müsteşarlığında görevlendirir. Şairin bir şarkısında geçen “Âşıklığımı nâlelerim halka duyurdu” mısrasını “Casusluğumu nâlelerim halka duyurdu” biçimiyle tahfif eder.

   Yusuf Kamil Paşa, İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın babası merhum Mehmed Emin Paşa’yı, hatırını sorması için hasta yatağında yatmakta bulunan Kenan Bey’e gönderir. Kenan Bey, Yusuf Kamil Paşa’nın bu

iltifatından duygulanır. Şu mısraları yazarak takdim edilmesini rica eder:

Asafa efzûn-ter olsun devletin
Mürdeyi ihya buyurdu şefkatin
Bî-hazan olsun bahar-ı sıhhatin
Mürdeyi ihya buyurdu şefkatin

Evinde şiir ve musikî sohbetleri yapılan Kenan Bey’in cömert bir insan olduğu zikredilmektedir.

ESERLERİ

   1. Gülşen-i Suhan: İnşa türünün örneklerinden ve mektuplarından oluşan bu eser, otuziki sayfadan ibarettir. 1293 yılında İstanbul’da Hacı İzzet Efendi Matbaası’nda basılmıştır. Kenan Bey için merhum ifadesi kullanıldığına göre, eserin basılması kenan bey’in vefatından sonradır. Eserin, kimin tarafından düzenlendiği belirtilmemektedir. Mukaddime’de adı geçen Hafız İshak Efendi veya damadı Cevat Bey tarafından düzenlenmiş olabilir. Eserde yer alan yazıların ikisi Kenan Bey’e ait değildir. Birincisi mukaddimedir, ikincisi de Kenan Bey’den bahseden bir yazıdır. Diğer yazıları şöylece sıralayabiliriz: 7 Ariza, 3 Tebrik, 1 Teşekkür mektubu, Bilgilendirme amaçlı 1 mektup, 1 adet tezkire.

   2. Âsâr-ı Kenan Bey: Şiir ve inşalarından oluşan bu eser 143 sayfadır. Eserde, çeşitli konularda yazılan fermanlar, emirnameler, kurumlararası yazışmalara ait tahrirat, tezkire, mazbata, cevapnameler; saraya ve sadarete yazılan ariza, arz tezkeresi ve arzuhaller bulunmaktadır. Muhtelif konularda 83 yazı yer almaktadır. Bunların dışında şarkı, muhammes, müseddes, murabba ve benzeri türde manzumeler içirmektedir. Örnek olarak sunduğumuz şiirleri bu eserden aldık. Eser, İstanbul’da basılmıştır.

MURABBA

Sâye-i şâhânede müjdad idüp ikbalini
Eyleyüp bî-hadd ü ihsâ ömrünü iclâlini
Artırup her gün sürur u inşirah-ı bâlini
Hazret-i Mevlâ mübarek eyleye nev-sâlini

Ey vücud-ı mefhar-i feyz-âver-i şehzâdegân
Ey gubar-ı âsitanı kuhl-i çeşm-i bendegân
Padişahımla seni sağ eyleyüp her bir zaman
Hazret-i Mevlâ mübarek eyleye nev-sâlini

Münteşir-i envâr-ı irfânın serâser âleme
Bâdî-i hayret ulumun dâimâ her âleme
Mazhar ol tevfîk,i bî-pâyân-ı Rabb-i erhama
Hazret-i Mevlâ mübarek eyleye nev-sâlini

MURABBA

Renc-i hâtır virmesün hiçbir vakit Mevlâ sana
Virsün ikbâl-i ebed ey dâver-i yektâ sana
Dâimâ feyz-i Hudâ olsun safâ-bahşâ sana
Âsafâ mes’ud ola bu sur-ı hayr-efzâ sana

Ey şahenşâh-ı cihanın sadr-ı hikmet-perveri
Ey şeref-bahş-ı makâm-ı efham-ı ser-askeri
Sen hemân ol sâye-i şâhânede gamdan berî
Âsafâ mes’ud ola bu sur-ı hayr-efzâ sana

Konmasun jeng-i keder kalb-i kerem-mu’tâdına
Âfiyet virsün Hudâ-yı müstean evladına
Eyle sen icra niçe emsalini ahfadına
Âsafâ mes’ud ola bu sur-ı hayr-efzâ sana

Âsmânda ber-karar oldukça mihr ü ahterân
Taht-ı âlî-bahta virsün zîb ü fer şâh-ı cihân
Hak Teâlâ sağ u var itsün seni her bir zaman
Âsafâ mes’ud ola bu sur-ı hayr-efzâ sana

Yüz sürerdim hâk-pâye bâ-kemâl-i iftihâr
Oldu mani neyleyim bî-tâbî-i cism ü nizâr
Ferş-i rû itsem de itmezsem de sıdkım âşikâr
Âsafâ mes’ud ola bu sur-ı hayr-efzâ sana

ŞARKI

Nâr-ı aşkınla senin ey nev-civân
Döndü âteş-zâra cism-i nâ-tüvân
Hasret-i hâlinle hâl oldu yaman
Döndü ateş-zâra cism-i nâ-tüvân
El-aman âhû bakışlım el-aman

Sîne-i mecrûhun ey cân pâresi
Göz göz oldu hasretinle yâresi
Lutfuna kaldı bu zahmın çâresi
Döndü ateş-zâra cism-i nâ-tüvan
El-aman âhû bakışlım el-aman

Kalmadı gönlümde ârâm ü sükûn
Hâlim oldu âleme hayret-nümûn
Pençe-i çevrinde kaldım pek zebûn
Döndü âteş-zâra cism-i nâ-tüvân
El-aman âhû bakışlım el-aman

ŞARKI

Gönül te’sir-i gamla nâle-zendir
Cihan şimdi bana beytü’l-hazendir
Bela-yı firkatinden mi nedendir
Cihan şimdi bana beytü’l-hazendir

Saba var yâre bahtımdan fiğan et
Götür hûnâb-ı çeşmim armağan et
Sorarsa halimi böyle beyan et
Cihan şimdi bana beytü’l-hazendir

Beni men’ etdi hicranın emelden
Yıkıldı hâne-i hâtır temelden
Ben artık ihtiraz etmem ecelden
Cihan şimdi bana beytü’l-hazendir

ŞARKI

Mest-i zehr-i firkat ü hicranınam
Haste-i nevmid ü bî-dermanınam
Ben helâk-i nâme-i müjgânınam
Sevdiğim şâyeste-i ihsânınam

Dâd idüp geldim der-i dîvânına
El uzatdım dâmen,i ihsânına
Redd-i feryâd itme düşmez şânına
Ben senin eski kulun kurbânınam.

KUDDÛSÎ:

   Asıl adı Ahmed olan şair, H.1183/M.1769’da Bor’da dünyaya gelmiştir. Aslen Maraşlı’dır. Babası, Maraş’tan Bor’a göç eden Nakşıbendi Şeyhi Mar’aşîzâde elHac es-Seyyid İbrâhim Efendi’dir. Çocukluğunda emsalleri arasında üstün halleri ile dikkat çeken Kuddusî, genç yaşta babasından Nakşıbendi dersi alarak tasavvuf âlemine girer. Babasının vefatı (H.1201/M.1786) üzerine bir müddet üzüntü ve kararsızlık içinde kalan şairin gönlüne, bu kez de Hz. Muhammed’in sevgisi düşer. Peygamber sevgisiyle Hicaz’a giden şair, uzun yıllar Mekke ve Medine’de mücavir kalmıştır. Hiç evlenmemeye niyetlenip Hicaz’da mücavir olarak kalmak istediği hâlde, “Rûm’a git, orada çok evlen, senin için üstün derece ve makamlar bu aile kadrosu içinde hasıl olacaktır.” manevi işareti ve annesinin devamlı isteği üzerine Bor’a dönmüştür. Babasından aldığı hilafetle Nakşi usulünce icazet vermeye devam eden Kuddûsî, daha sonra aldığı manevi bir işaretle Kadiri tarikatına girmiştir. Tasavvuf ehlinin kadrini bilmeyenlerin çeşitli iftira ve hakaretlerine maruz kalan şair, senelerce evinden çıkmayıp inziva ve tecrit hayatı yaşamıştır. H.1265/M.1849 tarihinde vefat eden şairin kabri Niğde’nin Bor ilçesindedir.

   Kuddûsî’nin en önemli eseri dinî-tasavvufi şiirlerden müteşekkil divanıdır. Şiirlerinde çoğunlukla aruz, az da olsa hece vezni kullanan şairin birkaç gazeli şöyledir:  

1
Sabr eyle gönül derdine dermân gelir elbet
Sen hastaya bil şöyle ki Lokmân gelir elbet

Zühd ile kişi sanma ki Hakkı bulur ancak
Aşk olmasa yoldaş ana hüsrân gelir elbet

Nâlân olur âşık olan üftâde bu yolda
Bülbül gül [için] gülşene giryân gelir elbet

Bu ilm-i cedel kibre sebep demiş erenler
Müstekbir olan kimseye hizlân gelir elbet

Şeyhin izini gözle sakın olma mücâdil
Ki şeyhsiz olan sâlike şeytân gelir elbet

Aşkı edegör başına tâç deme mecâzî
Âşık olanın gönlüne irfân gelir elbet

Her gece temellük edüben yârine yalvar
Nâlân olagör ki sana ihsân gelir elbet

Çok cürm ü günâhım deyü kat’ etme ümîdi
Suçunu bilen müznibe gufrân gelir elbet

Kuddûsî-i bî-çâre koma gayrıyı dilde
Şol hâne ki âbâd ana sultân gelir elbet
(Kuddûsî, 1323: 13-14)

2
Cânâna gönül vireli ben cândan usandım
Hem düşeliden derdine dermândan usandım

Meyl eylemezem gayrısına tevbeler olsun
Bu ana değin itdiğim isyândan usandım

Pervâne gibi yanmağı ister deli gönlüm
Her şâm u seher âh ile efgândan usandım

Kalmadı firâk giryesine sabra mecâlim
Vuslat dilerem yârime hicrândan usandım

Işk ile enîs oldı gönül geçdi sivâdan
Ben sohbet-i nâs ülfet-i yârândan usandım

Çün zerre vefâ bulmadım ihvân-ı zamândan
Şol yüzleri dost özleri düşmândan usandım

Vird ideyim ismini hemân Hazret-i Hakkın
Kesret ile ünsiyyet-i insândan usandım

Kuddûsîye vahşet gelüben cümle sivâdan
Dir her ne ki ağyâr var ise andan usandım

3
Ey rahmeti bol pâdişâh
Cürmüm ile geldim sana
Ben eyledim hadsiz günâh
Cürmüm ile geldim sana

Hadden tecâvüz eyledim
Deryâ-yı zenbi boyladım
Ma’lûm sana ben neyledim
Cürmüm ile geldim sana

Senden utanmadım hemân
Etdim hatâ gizli a’yân
Urma yüzüme el-amân
Cürmüm ile geldim sana

Adın senin Gaffâr iken
Ayb örtücü Settâr iken
Kime gidem sen var iken
Cürmüm ile geldim sana

İsyanda Kuddûsî şedîd
Kullukda battal pelîd
Der kesmeyip senden ümîd
Cürmüm ile geldim sana
(Kuddûsî, s. 7-8)

LÂMİÎ:

   Asıl adı Ahmet olan Lâmiî (1826) Elbistan’da doğmuştur. Babası o dönemin bilginlerinden Hacı Mustafa Efendi’dir. 1845’te Urfa’ya yerleşen şair, 1888 yılında vefat etmiştir. İyi bir hatip olan Lâmiî, halk arasında “Sarı Vâiz” olarak anılmıştır. Şiirlerinde Lâmiî mahlasını kullanmıştır.

Çık ey dil tenden istikbâle ol rûh-ı revân geldi
Nazar et nakd-i cânım makdemine tâze cân geldi

MES’ÛD:

   Şair hakkında fazla bilgi yoktur. Hâfız Ali Efendi İlmî Eserler Kütüphanesi’nde, 291 numarada kayıtlı yazma mecmuada şairin adı Mes’ûdü’l-Mar'aşî olarak verilip üç tane de şiiri alınmıştır. Şairin söz konusu mecmuadaki şiirlerinden birincisi bir münacattır. İkinci şiirinde Hz. Muhammed’in şefaatini dilemekte, üçüncüsünde ise Hz. Mevlânâ’ya muhabbetini dile getirmektedir. Bu üç şiirden hareketle şairin sünni akideye bağlı ve aynı zamanda Mevlevi tarikatına intisaplı olduğunu söylemek mümkündür. Şair şiirlerinde Mes’ûd mahlasını kullanmaktadır.

Münâcât

1
I
Yâ İlâhî cümle âlem mâsivâ yâ Hû çeker
Yâ Gafûr ismin okur arz u semâ yâ Hû çeker
Işkın ile cümleten hakkâ tokuz kat âsumân
Devr eder şevk ile yâ Rab dâ’imâ yâ Hû çeker

II
Arşı nüh-eflâkı tâkı Sidreyi Tûbâyı gör
Kevseri Gılmânı Hûrı Cennetü’l- Me’vâyı gör
Cem’ olup necm-i Süreyyâ meclis-i kübrâyı gör
Kâbe kavseyni ulâ sümme’dnâ yâ Hû çeker

III
Beyt-i Ma’mûr ile Kudsi Ka’be-i ulyâ mekân
Ya Medîne şehr-i a’zâm ravza-i bâg-ı cinân
Mescid-i Aksâ Cebel-i Arafâtla ahd emân
Eyleyüp her rûz [u] şeb Merve Safâ yâ Hû çeker

IV
Ağla ey dîdem yürü ez-cân u dil feryâd kıl
İnle ey sînem derûnın zikr ile mu’tâd kıl
Işk ile gül-bâng urup Hû ismini evrâd kıl
Âdet oldur cümle uşşâk-ı Hudâ yâ Hû çeker

V
Her seher âvâz eder Mes’ûd-ı abdin yâ İlah
Cürmümüzle yâ İlâhî etme hâlimiz tebâh
İsm-i zâtın zikr eden bir ben degil ey pâdişâh
Belki âlem cümle eşyâ mâsivâ yâ Hû çeker
(Mecmua, Tarihsiz: 49-51)

2
Elvedâ ey kaşları mihrâb-ı âlem elvedâ
Elvedâ ey menber-i evlâd-ı âdem elvedâ
Elvedâ ey kâmeti Tûbâ lehüm hüsn ü me’âb
Hâk-i pâyindir uyûna kuhl u mahrem elvedâ
Elvedâ ey hasretinden Kâ’be geydi kara ton
Firkatinden cûş ider ol çeşmi Zemzem elvedâ
Elvedâ ey sînesinde merdüm-i şemş u kamer
Ey mübârek muhteşem nûrı mükerrem elvedâ
Elvedâ ey mazhar-ı mâlu’l-yetimin mahremi
Ey “feterzâ” tahtına şâh-ı mu’azzam elvedâ
Elvedâ ey sofra-i rahmından etme sen ba’îd
Eyle zahm-ı cürmüne lutfunla merhem elvedâ
Elvedâ ey hasretinle etme Mes’ûdın garîb
Kıl şefâat yâ Muhammed ana her dem elvedâ

(Mecmua, Tarihsiz: s. 23-24)

3
Zâr zâr eden hezâr-ı gül-izâr-ı Mevlevî
Zîver-i kâf-ı Celâleddîn olur Ankâ gibi
Zîr-i pây-ı Mevlevîde baş egen sâdıkların
Zîveri arşa erişmez mi başı Tûbâ gibi
Kubbe-i gerdûnıveş gerdân olur âşıkları
Mescid-i Aksâ vücûdı Ka’be-i ulyâ gibi
Nükte-dân-ı pîr-i âlem mürşîd-i halk-ı cihân
Zîver-ârâ-yı hakîkat dil-ber-i ra’nâ gibi
Hazret-i İsâ nefesi ihyâ eder mevtâları
Arz edince hüsn-i icâzın yed-i beyzâ gibi
Kevkeb-i rahş-ı dırahşân eylemiş arş-ı berîn
Sidre-i tavûs-ı kudsî zirve-i âlâ gibi
Işk-ı Mevlânâ Hüsâmüddînveş sahrâlara
Dönderir pervâneveş Mecnûn edip Leylâ gibi
Şems-i Tebrizî şeker-rîzî gibi ser-bâzvâr
Cân verir cânânına ol Hazret-i Yahyâ gibi
Dergeh-i Munlâ gibi dârü’l-emân olmaz sana
Çıkma hey Mes’ûd andan Cennetü’l-Me’vâ gibi

(Mecmua, Tarihsiz: s. 25-27)

MUÎDÎ

   Muîdî’nin ne zaman, nerede doğduğu konusunda bilgimiz yoktur. Şuara tezkirelerine göre asıl adı Mehmed’dir. Tezkirelerde şairin babasının adı belirtilmemekte, fakat Muîdîzade ifadesi geçmektedir. Kafzade Faizî’nin Zübdetü’l-Eş’âr’ında şair için Bektutizade Muidî denilmektedir. Şairin şeceresi için en yeterli bilgi M. Nail Tuman’dan gelmektedir. Şairin şeceresini “Mehmed bin Mehmed bin Abdülaziz bin Abdurrahman bin Yusuf bin Bektut” şeklinde belirlemektedir. M. Nail Tuman, Müstakımzade Süleyman Sadeddin’in karışık biçimde verdiği bu bilgileri belirli bir biçimde sunmaktadır. Zübdetü’l-Eş’ar’da kullanılan Bektutizade ifadesi, şairin, Yusuf bin Bektut’a nisbet edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bütün bu bilgilerden sonra şu gerçeği akatarabiliriz. Şairin şeceresiyle ilgili karışık bilgileri şöylece ayıklayabiliriz: Muîdî, Muîdîzade Mehmed Efendi’nin oğlu, Abdülaziz Efendi’nin torunudur. Büyük annesi Bektutizadelerden Abdurrahman Efendi’nin kızı Yusuf Efendi’nin torunudur. Şaire Bektutizade ifadesinin nisbet edilmesi bu nedenledir.

   Dulkadiroğulları zamanında meşhur olan ve itibar gören bu iki sülalenin birisi Muîdîzadeler, diğeri Bektutiler veya Bektutiyan adıyla anılagelmişlerdir.

   Şair hakkında bilgi veren kaynakların bazılarında onun Maraşlı olduğu, bazılarında da Zülkadriye’den zuhur ettiği ifadesi geçer. Bursalı Mehmed Tahir’in, şairi, İstanbullu olarak tanıtması yanlışlıktan başka bir şey değildir.

   Şam müftülüğü görevini yürüten Muîdîzade Mehmed Efendi, oğlunun eğitimi konusunda gerekli titizliği gösterir. Eğitimini tamamlayan şair, 40 akçe ile Bursa’daki Hançeriye Medresesi müderrisliğine atanır.

   Kınalızade Hasan Çelebi, şair için, “halâ 40 akçe ile Bursa’da Hançeriye Medresesi’nden mazul ...” şeklinde bir ifade kullanmakta ise de, diğer kaynaklarda bu tür bir ifadeye rastlanılmamaktadır. Bursalı İsmail Beliğ, bu konuda farklı bilgi sunmakta, şairin Hançeriye Medresesi müderrisi iken vefat ettiğini belirtmektedir.

   Muîdî Mehmed Efendi, hicri 994 (miladi 1585-86) yılında vefat etmiştir. Müstakımzade Süleyman Sadeddin, biraz farklı bir bilgi sunar. Şairin babasının hicri 983 yılında, şairin de babasından 9 yıl sonra öldüğünü belirtir. Bu duruma göre, şairin ölüm tarihi hicri 992 yılıdır. 16. yüzyılda yazılan kaynaklarda şairin hicri 994 yılında öldüğü belirtilirken, daha sonraki dönemde yaşayan Süleyman Sadeddin’in belirtiği bu tarihin doğruluğunu kuşku ile karşılamak gerekiyor.

   Babasına Muîdîzade denilmesi nedeniyle şairimiz, Muîdî mahlasını kullanmıştır. Şemseddin Sami, şairin mahlasını Muînî biçiminde yazar. Fakat verilen bilgilerin Muîdî’ye ait olduğu görülür. Burada yapılan yanlışlık, isim benzerliğinden kaynaklanmaktadır. Tezkirelerde şairliğinden daha çok kişiliği üzerinde durulmakta ilim, irfan sahibi bir zat olduğu övgü ile belirtilmektedir.

   Muîdî’nin muhtelif tezkirelerde bulunan beyitlerinin Hasan Çelebi tezkiresinde yer aldığını görüyoruz. Tam şiirlerine rastlamadığımız için şairin bu beyitleriyle yetiniyoruz.

BEYİTLER

Nûş iden dil-teşne cânâ cür’a-i la’l-i terin
Adın anmaz bir dahi âlemde âb-ı Kevser’in

Almazam huhl-i cilâyı nûr-i çeşmim aynıma
Tûtiyâ-yı dîde-i a’yân iden hâk-i derin

Arzû-yı bû-yi zülfündür şaha sünbül gibi
Hatırın her dem perişan eyleyen âşıkların

Câm-ı mey öperse lebini ger aceb olmaz
Elden ele düşende hayâ vü edeb olmaz

Kuhle bakmaz hâk-pâ-yı anber-feşânın gören
Sünbüle kılmaz nazar zülf-i perişânın gören

Görünen kûh-i belâdır güzelim baş değil
Râh-ı iklim-i fenadır kararan kaş değil

Dişlerin dürr, leblerin yakûta teşbih edenin
Olsun ey kân-i vefa seng-i melâmet başına

Bir gören kuhli Muîdî hâk-pâ-yı yâr ile
Göreyin olsun anın hâk-i mezellet başına

NÂDİRÎ:

   Hasan Nâdir Efendi, H.1246/M.1830’da Maraş’ta doğmuştur. Kurrazâde ailesindendir. Fazla tahsili olmamasına rağmen, zekâsıyla emsallerinden üstün olan Hasan Nâdir Efendi, uzun müddet Maraş Mahkeme-i
Şer’iyesi’nde memur olarak çalışmıştır. Maraş ve çevresinde tanınıp sevilen, şiirlerine rağbet edilen bir şair olmasına rağmen, her nedense sonradan kendisini içkiye vererek esrük bir hayat yaşamıştır. Vasiyetini bile mestane bir eda ile etmiştir.

1
Câm-ı mevt ile cüdâ düşdüm ehibbâlardan
Dâimâ işte murâdım budur hem-pâlardan
Cismimi pîr-i mugan bâde ile gasl etsin
Sâkîler mey dökeler sâgar-ı mînâlardan
Sîm-tenler dokusunlar kefenim tâlib-i dîn
Cem edip bâd-ı sabâ zülf-i semen-sâlardan
Ehl-i rindân-ı harâbât namazım kılalar
El-hazer ugramasın semtime mollâlardan
Leşimi defnedeler zîr-i huma meygedede
Gûşuma zikr erişe nâle-i sahbâlardan
Nâdirî hâl-i dile bu dürrümü varlık eden
Söylene haşre kadar âşık-ı şeydâlardan

(Mecmua, Tarihsiz: 257-258)

Şair bu hayat tarzı sonucunda fiziki olarak oldukça zayıf düşmüştür. Şairin fiziki yapısı ikinci Mevlid’ine şöyle yansımıştır:

Yanmağa yok tâkatim cismim za’îf
Afvına mağrûram ammâ yâ Latîf (II/283)

   Şair hakkında bilgi veren bazı kaynaklarda, şairin H.1306/M.1888’de koleradan vefat ettiği bildirilmektedir. Mevhibe Savaş ise yazdığı bir makalesinde, Nadirî’nin 1900 yılında vefat ettiğini söylemektedir. Nadirî, III. Mevlid’indeki şu beytinde eserini; H.1307/M.1889 tarihinde yazdığını şöyle bildirmektedir:

Kıssa-i mevlid-i miskiyyü’l-hitâm
Sâli bin üç yüz yidide oldı tâm (III/287)

   Bu durumda şairin H.1306/M.1888’de vefat etmediği anlaşılmaktadır. H.1307/M.1889 tarihinde mevlidini yazdığına göre vefatının daha sonraki tarihlerde olması muhtemeldir. Mezarı, Bayazıtlı (Yörükselim) Mahallesi’nin Arkabaşı Semti’nde Kurrâ Efendi Mezarlığı diye bilinen (bugün Halk Sağlığı Laboratuarı’nın bulunduğu bahçe) yerde iken mezarlık buradan kaldırılınca bir hayır sahibi tarafından yerine bir sanduka yapılmıştır. Fakat mezarında Nâdir Baba’ya ait herhangi bir işaret yoktur.
   Nâdirî, kaynaklarda Bektaşi babası olarak zikredilmektedir. Kendisi de I. Mevlid’inde:

Mar’aşî bu şeyh-i kurrâ-zâdeye
Kıl inâyet Nâdirî üftâdeye (I/285)

diyerek Kurrâzâde ailesine mensup olduğunu ve şeyh olduğunu ifade etmektedir. Şeyh, tarikatlarda kendisine uyulan, derviş yetiştirmeye icazeti olan kişiye denilmektedir. Bektaşilikte de şeyhe baba adı verilmektedir. Nâdirî’nin bohem hayatı ve eldeki şiirlerinde Bektaşiliğe dair bir işaret olmaması onun bu manada bir “baba” olmadığını göstermektedir. Bunun yanı sıra, Bektaşi kelimesi zamanla; “kayıtsız, pervasız, rint, laubali meşrep” manaları kazanmıştır. Nâdirî’nin Bektaşi babası olduğunun söylenmesi ve Nâdir Baba olarak zikredilmesi muhtemelen yaşantısındaki ve şiirlerindeki rint meşreplikten kaynaklanmaktadır.

   Şair, Nâdir Baba namıyla tanınmasına rağmen şiirlerinde çoğunlukla Nâdirî bazen de Nâdir mahlasını kullanmıştır. Eserleri zamanında toplanmadığından çoğu zayi olmuştur. Şairin bütün halinde günümüze intikal eden tek eseri mevlitleridir. Bu eser için tek eser demek aslında doğru değildir. Nadirî ayrı ayrı üç adet mevlit yazmıştır. Bu mevlitler neşredilmiştir.

   Nâdirî’nin zamanında şiirlerinin toplanıp divan haline getirilip getirilmediği veya basılıp basılmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Şairin çeşitli kaynaklar vasıtasıyla günümüze intikal eden 2 musammat (1 tahmis, 1 müseddes), 10 gazel, 1 kıta ile 1 müfredi bulunmaktadır. Nâdirî’nin üç gazel ve bir müfredi şöyledir:

2
Şol zaman ki bezm-i vaslında gönül mesrûr idi
Câm-ı vahdet neş’esinden gözlerim mahmûr idi
Olmamışdı “Kâf u Nûn” emri şeref-sâdır henüz
Varlıgımçün nagme-i rûz-ı ezel manzûr idi
Olmadan Havvâ vü Âdem dâhil-i Huld-ı berîn
Şöhretim âfâkda âdem deyü meşhûr idi
Etmeden Mûsâya emr-i “Lenterânî”den hitâb
Pertev-i hüsnün tecellîsine gönlüm Tûr idi
İnmeden gökden yere Tevrât u İncîl ü Zebûr
Levh-i dilde “Kulhuvallahu ahad “ mestûr idi
Şükr-i vahdâniyetin etmezden evvel ins ü cin
Ni’met-i vaslına bu Nâdir kulun meşkûr idi
(İnal, 1988:1064-1065)

3
Ey cemâlin şem’i bezm-ârâ-yı kurb-ı Kirdigâr
Cebra’îl âvâre-i nûr-ı ruhun pervâne-vâr
Şem’-i zâtın olmasa dönmezdi fânûs-ı felek
Bunca eşkâl-i suver kandan olurdı âşikâr
Âcizânı mahşer üzre zıllını te’sîr içün
Sâyeni dâr-ı fenâda sakladı Perverdigâr
Âsumânı âsitânın zannedüp bekler Mesîh
Ümmetinden olmaga çekmekde dâim intizâr
Yûsufu gerçi görenler kestiler ellerini
Halk-ı âlem sandı kim şakk oldu mâh-ı tâbdâr
Yâ Resûlallâh bir ednâ çâkerindir Nâdirî
Gerçi çokdur cürmi ammâ lutfuna yokdur şümâr
(Mecmua, Tarihsiz: s. 670)

4
Kankı şehrin sen gibi bir hûb-ı müstesnâsı var
Kankı bâgın verd-i rûyın hep gül-i ra’nâsı var
Zülfünâsâ âlemi ta’tîr ider revnak virir
Kankı sahrânın aceb bir sünbül-i zîbâsı var
Kankı bir büthâne var mihrâb olur ebrûn ana
Kankı bir dil-berde sen tek şûhlık da’vâsı var
Kankı Mecnûn ben gibi olmuş yolunda pâymâl
Kankı asrın sevdigimveş bir şaçı Leylâsı var
Kankı Ferhâd ben gibi itmiş yolunda terk-i cân
Kankı âşıkın leb-i Şîrînimin sevdâsı var
Kankı bir şûh-ı dil-âra sen gibi reftâr ider
Kankı servin kadd-i mümtâzın gibi bâlâsı var
Kankı âşık var cefâna sabr ider Nâdir gibi
Kankı yârin sen gibi hiç nâz u istignâsı var
(Mecmua, Tarihsiz: s. 670)

5
Kendi fi’lim zannederdim çekdiğim derd ü gamı
Nâdirî mihnetlere düçâr eden takdîr imiş

   Eldeki şiirlerinde Bektaşi neşvesi sezilen Nadirî’nin üç tane mevlit yazması onun Hz. Peygambere olan engin muhabbetinin açık delilidir.

I. Mevlid

Merhabâ ey kâ’inâtın mefharı
Merhabâ ey enbiyânın serveri (I/122)
Merhabâ ‘ilm-i ledünnî ma’deni
Merhabâ dürr-i şefâ’at mahzeni (I/125)
Merhabâ olsun hezârân merhabâ
‘Âlemi kıldın cehâletden rehâ (I/127)

II. Mevlid

Merhabâ ‘ilm-i ledün üstâdısın
Merhabâ rahm ü şefâ’at dâdısın (II/120)
Merhabâ ey fahr u feyz-i kâ’inât
Merhabâ kenz-i ‘ulûm u mu’cizât (II/121)
Merhabâ ey bahr-i rahmet merhabâ
Merhabâ mahbub-ı Hazret merhaba (II/122)
Merhabâ yâ “rahmeten li’l-‘âlemîn”
Merhabâ sensin “şefî’ü’l-müznibîn” (II/123)
Merhabâ Peygamber-i âhir-zaman
Merhabâ yâ pâdişâh-ı kâmrân (II/124)

III. Mevlid

Şâh-ı kevneynin güzel mevlidini
Yazayım tâ kıssa-i bihbûdını (III/27)
Dinleyenler hayr ile yâd ideler
“Fâtiha”yla rûhımı şâd ideler (III/28)
Okuyup bir “Fâtiha” hep hâss u ‘âm
Rûhıma bahş eylesünler kim müdâm (III/29)
Ol sebeble eyleyüp Allah ‘atâ
Magfiretle rahmete olam sezâ (III/30)

RÂİF BABA:

   Hâfız Ali Efendi İlmî Eserler Kütüphanesi’nde, 291 numarada kayıtlı yazma mecmuada, şairin adı Yarpuzlu Râif Baba olarak verilmektedir. Yarpuz, Afşin’in halk arasında hâlâ kullanılan eski adıdır. Söz konusu mecmua, şairin bir şiirini de ihtiva etmektedir. Râif mahlasını kullanan şairin Kadiri tarikatına intisaplı olduğu bu şiirinden anlaşılmaktadır. Son dönem şairlerinden olan Raif Baba’nın hayatı hakkında maalesef daha fazla bilgi yoktur.

Himmet-i ulyâsı bî-pâyân Abdülkâdirin
Âşıka dârü’l-emân dâmânı Abdülkâdirin

Sûretâ şeyhü’l-karadır sîretâ şarka(n) ve garb
Cümle âlem bende-i fermânı Abdülkâdirin

Hükmine râm oldı hep kutb-ı cihân şeyhü’z-zamân
Oldular çün hüsnünün hayrânı Abdülkâdirin

Vakt-i hâli hem zamânı hem mekânı tâlibâ
Tâbi’ eyler kendiye irfânı Abdülkâdirin

Bâzü’l-eşhebdir mekânı zâhirâ Bağdad ise
Arşa ferşe ser-te-ser seyrânı Abdülkâdirin

Çün gürûh-ı evliyânın gerdeninde koydu pây
Cümleden âlî anınçün şânı Abdülkâdirin

Cân revâ kılmak ne mümkin münkirân-ı ehl-i ışk
Deprenürse nâgehân peykânı Abdülkâdirin

Feyz alır dergâhına her kim kılarsa ser-fürû
Böyledir kânûnı hem erkânı Abdülkâdirin

Bâb-ı himmet feth olunca sâile Râif dahi
Bir gedâdır vâcibü’l-ihsânı Abdülkâdirin
(Mecmua, Tarihsiz: 656- 658)

RÂŞİD EFENDİ:

   Sünbülzâde Vehbî’nin babasıdır. Şair Seyyid Vehbî’nin Halep kadılığı döneminde maiyetinde bulunmuştur. Aynı zamanda kendisi de şair olan Râşid Efendi hakkında daha fazla bilgi yoktur.

RİF’AT:

   XIX. asır divan şairlerinden olan Saltoğlu Rif’at, (doğ. M.1837-öl.M.1911) Elbistan’da doğmuştur. Saltoğulları ailesindendir. Fuzûlî’nin tesirinde çoğu tasavvufi muhtevadaki şiirleri torunu A. İskender Saltoğlu “Mutasavvıf Divan Şairi Saltoğlu Rifat” adıyla 1964 yılında yayınlanmıştır.

Yakar canım özümden gözleri hummârı gördükçe
Akar kanım gözümden gamze-i hunhârı gördükçe
Gümân eyler gönül elbette var bir kenz-i lâyefnâ
Kenâr-ı kişver-i hüsnünde zülf-i mârı gördükçe
Özüm kaybeylerim ol demde efkârım olur teşviş
Der-i lutfunda ol ağyâr-ı bed efkârı gördükçe
Kavî tut bülbül-i dil çekmesin el dâmen-i gülden
Terennüm nâz-ı şekvâ olma zahm-ı hârı gördükçe
Nişân et sînemi mahzûz olam ben ol nazargâha
Gönül yüz görmek ister ey gözüm her barı gördükçe Gözün handân olur hâl-i perîşânıma baktıkça
Tabîb elbet olur mahzûz bir bîmârı gördükçe
Sana âşüftelerden var mı bir Rıf’at gibi cânâ
Çalar bin sâzı sîne hançer-i âzârı gördükçe

SEBKÎ:

   Maraş’ta doğan şairin asıl adı Ahmed’dir. Sipahi zümresindendir. Şairin mahlası Rıza Tezkiresi’nde Seyfî, Mucîb Tezkiresi’nde ise Se’bî olarak verilmektedir. Şair, asıl mahlasını şu olaydan sonra değiştirmiştir: Ahmed Bey, vezirlerden biri tarafından cami ve medrese yapımına mutemet olarak tayin edilir. Bu hizmetinden dolayı vezirden umduğu ihsanı elde edemeyen şair, Sebkî mahlasını alıp sık sık şu beyti okumaya devam etmiştir:

Ser-te-ser virse ziyâ âleme hûrşid-i kerem
Yine erbâb-ı dilün zulmeti olmaz zâil

İstanbul’da vefat eden şairin ölüm tarihi, Rıza’da H.1020/M.1611/12; Mucîb’de ise H.1030/M.1621 olarak verilmektedir.

SÜNBÜLZADE BAKİ

   Şairin asıl adı Abdülbaki’dir. Sünbülzade Vehbi Efendi, şairin amcasıdır. Şairin babası Mehmed Emin Efendi, Sünbülzade Mehmed Vehbi’nin ağabeyidir. Arif Hikmet ve Esad Efendi’nin ifadelerine göre Mehmed Emin Efendi ile Sünbülzade Vehbi Efendi’nin kardeşlikleri babaları tarafından gelmektedir. Bu ifadeye göre, bu iki zatın anneleri farklıdır.

   Mehmed Emin Efendi, Şeyhulislam Pirizade Osman Molla’nın mektupçuluğunu yapmıştır. Bu görevi, 1768 yılından itibaren yürütmeye başlamıştır.

   Baki’nin ne zaman doğduğu hakkında bilgimiz yoktur. Bir müddet Dursunzade Emin Efendi’nin kethudalığını yapan şair, İstanbul’a geldikten sonra kadılık mesleğini icra etmeye başlar. 1221/1806 yılının sonunda Âmedi Odası’na memur tayin edilerek Rumeli’ye gönderilir. Alemdar Mustafa Paşa olayında İstanbul’a gelen şair, bu yağmadan payını alarak 1223/1808 yılında tezkire-i sâni göreviyle Rumeli’ye gitmişse de bir müddet sonra azledilmiştir. Görevinden alınan şair, daha sonraları sürgün edilir. Bir memuriyetle Belgrat’a gitmekte iken Şumnu’da vefat eder.
 Kimin söylediği tespit edilemeyen,

“Şumnu’da Baki Efendi oldu tâûndan şehid”
1227/1812
mısrasında şairin
ölüm sebebiyle birlikte ölüm yılı da belirtilmektedir.

Güçlü bir şair olduğu belirtilen Bakî’nin,

Mehmed Beğ Efendi şıkk-ı evvel oldu devletde
mısrasında
başka şiirine raslayamadık. Ebced hesabıyla 1196/1781-82 yılının karşılığı olan bu mısra sadece Fatin tezkiresinde yer almaktadır.

SÜNBÜLZADE HAYRÎ

Besim Atalay, Hayrî’nin,

Dâimâ bir gül-izârın nâr-ı aşkıyla yanar
İbn-i Vehbî nesl-i Sünbülzâde’den Hayrî-i zâr

beytini esas alır, şair için, “Sünbülzadeler ailesinden ise de garabet ve sıhriyyetinin ne derecelerde olduğu meçhuldür” biçiminde açıklamada bulunur.

   Andığımız beytin ve kaynakların ittifakına göre Hayrî, Sünbülzade Vehbî Efendi’nin oğludur. Ârif Hikmet Bey, şair için, “Sünbülzade Vehbî merhumun ortanca oğludur” ifadesiyle konuyu biraz daha netleştirir. Örnek olarak sunduğumuz beyitten ve gazelden de anlaşılacağı üzere şairin mahlası Hayrî’dir. Ârif Hikmet Bey, şairin adının Hayreddin olduğunu zikreder. Şemseddin Sami, Mehmed Süreyya, Besim Atalay ve Fatin Davud şairi Hayrullah Hayrî biçiminde adlandırırlar. M. Nail Tuman, Tuhfe-i Nâilî adlı eserinde şairi, Sünbülzade Hayrullah Lâmi’ bin Sünbülzade Vehbî, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nde Hayri Hayreddin Lami’ Efendi biçiminde tanıtırlar.

   Şemseddin Sami ile Fatin Efendi şairin 1195/1871 yılında doğduğunu yazarlar. Şairin doğum yeri hakkında açıklamada bulunan tek kaynak Şemseddin Sâmî’nin Kamusü’l-Alam’ıdır. Bu kaynağa göre şair İstanbul’da doğmuştur.

   Hayri, eğitimini tamamladıktan sonra kadılık mesleğine intisap etmiş ve bu meslekte ilerleme kaydetmiştir. Ömrünün son yıllarında “fakra duçar” olduğundan bazı devlet adamlarına kasideler ve tarihler sunmuş, aldığı caizelerle geçimini sağlamaya çalışmıştır.

   Hayrî, 1267 yılının Zilkade (1851 yılının Eylül) ayında vefat etmiştir. Hâtimetü’l-Eş’ar ile Maraş Tarihi ve Coğrafyası’nda kayıtlı bulunan bir gazelini sunuyoruz.

GAZEL

O Yusuf kıymetin bir dürlü kaçmazdım bahasından
Harîdârân elin çekseydi zeyl-i ibtilâsından

İsâbet eyledim hâline ben ta’bîr-i anberde
Hatın müşke müşâbihdir dedim tevbe hatâsından

Tasavvur eyledikçe sînesin âğûş-i vuslatda
Dil-i âşık döner mir’ât-i hurşîde safâsından

Varup meyhaneye ferş-i hasîr-i ayş ü nûş etsek
Usandık zâhid-i mescid-nişînin bu riyâsından

Ruh-i sâkî ne mihr-i âlem–ârâdır ki aks itmeye
Döner câm ü hilâli bedre te’sîr-i ziyâsından

Emüb gül-nâr-ı la’lin eyleme âzürde-i dendân
Ki can versen de sonra kurtuluş yok diş kirasından

Bu gülşende açılmaz gonca-i ümîd-i ehl-i dil
Gelirse nefha-i Îsâ dahî bâd-ı sabâsından

Viren bu âb ü tâbı eşk ü âh-ı âşıkân sanma
Sitanbul dilberi nâzik olur âb ü hevâsından

Bu rûy-i tab-nâk ile nüh bâğa cilve-rîz olsa
Gül-i hurşîd olur üşküfte zerrât-ı kazasından

Bana pîrân-ı devran ile ülfet hoş gelür Hayrî
Cihânın nev-civânân ü atâsız bî-vefâsından

ŞEM’Î:

   Mehmed Şem’î Efendi H.1223/M.1808’de Maraş’ta doğmuştur. Hacı Mehmed Memiş adlı bir zatın oğludur. Aslen Maraş’ta medfun sâdât-ı meşâyihden Seyyid Nimetullah-ı Kirmanî ahfadındandır. Meşrebzâde damadı diye maruftur. Gençlik döneminde bir müddet Arapça tahsil ettikten sonra H.1241/M.1825’te İstanbul’a gitmiş, birkaç yıl Mahmud Paşa Mahkemesi’nde kâtiplik yapmıştır. Ardından H.1249/M.1833’te Edirne müderrisliğine getirilmiş daha sonra da Maraş mevleviyyetinde bulunmuştur. Şem’î, Anadolu ve Rumeli’nin birçok yerinde kadılık yaptıktan sonra Anadolu ve Rumeli Kazaskerliklerinde de bulunmuştur. H.1299/M.1881-82’de vefat eden Şem’î’nin kabri Üsküdar Atik Vâlide Camii haziresindedir. Fatin Tezkiresi’nde “şair-i şiir-ârâ” diye methedilen Şem’î, şiirlerinden ziyade “Esmatü’t- Tevârih” adlı Osmanlı padişahlarının kısa tercüme-i hâlleriyle, sadrazamların, şeyhülislamların ve kaptanların isim, tayin ve azil tarihlerini ihtiva eden eseriyle tanınmıştır. Üç gazeli şöyledir:

1
O meh-rûnun gönülde hâl-i anber-fâmı kalmışdır
Derûn-ı sîne içre dâg-ı hicr-i şâmı kalmışdır

Miyân-ı mû-miyânı kîl u kâle oldu çün ba’is
Dehân-ı tenginin bir nokta-i îhâmı kalmıştır

Visâl-i îd içün çokdan çeker dil-sûz-ı hicrânı
Kadem-bûs-ı visâle ermege bayramı kalmışdır

Nukûd-ı ömrü Ca’fer eylemiş ihsâna sarf ammâ
Kitâbet zîb-târih olmuş ismi nâmı kalmışdır

Bu bezm-i âlemin câm u ayagı olmuş işkeste
Neşât u neşesi gitmiş mey-i âlâmı kalmışdır

Şarâb-ı câh u ikbâli ile ser-mest ü medhûşun
Humâr-ı câm u gamla bâde-i ser-sâmı kalmışdır

Çerâg-ı Şem’i tâbân oldu bezme lîk pervâne
Fetîl almış yanar ne sabr u ne ârâmı kalmışdır
(Fatin Davud, 1271: 222-223)

2
Râzıyım her ne kılarsa bana serv-i semenim
Dest-i cevri ile sâd-pâre kılarsa bedenim

Bana kasdetmeye âr eylemiş ol sîm-tenim
Varayım yalvarayım boynuma takıp kefenim

Hulle-i Cennet olursa çekeyim çâk edeyim
Dahi vuslatda bana hâil ola pîrehenim

As beni zülf-i dil-âvîzine berdâr olayım
Çekeyim pâdişehim kendi elimle resenim

Şem’îyim gûşe-i mey-hâneyi vermem felege
Gülşen-i bâg-ı İremden bana yegdir vatanım

3
Sûziş-i firkatle çeşmim eşk-i hûn-bâr ağladı
Âh u zârımdan temevvüclendi ebhâr ağladı

Dehr-i seylâb eyleyen bârân sanma ey perî
Hâlime rahm eyleyüp çarh-ı sitemkâr ağladı

Sîne-i sad-pâre-i hicrânı gördükde o dem
Kendi derdinden geçip bîmâr-ı nâçâr ağladı

Nâle vü efgânla ser-geştedir ârâmı yok
Şem’î âsâ dîde-i hûnâbı her bâr ağladı

ŞEREF:

   Hayâtîzâde Halil Şeref Efendi Maraş’ın Elbistan kazasında H.1211/M.1796 tarihinde doğmuştur. İlk tahsilini babası şair Hayâtî’den almıştır. Daha sonra babasıyla birlikte İstanbul’a giden Halil Şeref Efendi, İstanbul’da beş yıl ilim tahsil etmiş ve tekrar memleketine dönmüştür. H.1266/M.1849/50 tarihinde Bağdat mevleviyyetinde bulunan şair, H.1267/M.1850/51’de vefat etmiştir.

   Halil Şeref Efendi, “Esrârü’l-Melekût” adlı bir eseri “Efkâru’l- Ceberût” adıyla Türkçeye çevirmiş ve ayrıca Sünbülzâde Vehbî’nin “Nuhbe” adlı eserini de şerhetmiştir. Halil Şeref Efendi’nin divanı ile birçok Arapça, Farsça şiir ve risaleleri vardır. Bir gazeli şöyledir:

Cemâli bâgı ne hoş gülsitân-ı hikmetdir
Gönüller anda gezer bülbülân-ı hikmetdir

Aman o gamzeler âfet girişmeler hikmet
Şaşırdım anı görünce çemân-ı hikmetdir

Çü cüz’ü lâ-yetecezzâ ü nokta-i mevhum
Bilinmedi kim umûr-ı dehân-ı hikmetdir

Güneş yüzünde görünce hilâl-i ebrûyu
Demişdir ehl-i felek bu kırân-ı hikmetdir

Bakılsa kudret-i Bârî müşâhede olunur
Sahîfe-i ruhı âyînedân-ı hikmetdir

Bu kaşların ki çekilmiş yarag-ı kudretle
Berât-ı hüsnüne ey şeh nişân-ı hikmetdir

Rızâ-yı bûs-ı leb ol hikmeti Şeref sorma
Hülâsa âb-ı hayât tâze cân-ı hikmetdir

ŞEVKET:

   Asıl adı Mehmed’dir. H.1219/M.1804 tarihinde Maraş’ta doğmuştur. İlk tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul’a gitmiş, Ahmed Fevzi Paşa ve Tophane Müşiri Ahmed Fethi Paşa'nın kâtipliğini yapmıştır. Bir müddet ordu muhasebeciliği de yapan şair, sonradan hacegân sınıfına dahil olmak suretiyle rahata kavuşmuştur.

   Mevlevi tarikatına intisaplı olan şairin “Eser-i Şevket” adlı bir eseri vardır. Maraş’ta Büyük Şevket Efendi diye meşhur olan şairin şiirleri aynı zamanda Maraş ağzının özelliklerini de taşımaktadır. Ölüm tarihi tam olarak tespit edilemeyen şairin bir gazeli şöyledir:

Olurken hançer-i ebrûları hep kasd-ı cân üzre
Ne hâcetdir kılıç asmış o sîmîn-ten miyân üzre

Ruh-ı zîbâsını taklîd eder bedr-i felek-pîrâ
Meh-i nev meşk eder ebrûsu resmin âsmân üzre

Görünce âteşîn-rûy-ı arak-nâki nezâketle
Ne hikmetdür dedim olmuş anâsır iktirân üzre

Turur tâbûr-ı müjgânı cünûd-ı aklı yagmaya
O bir tîr-i sitemdir Şevketâ hâzır kemân üzre

Celâleddîn Efendim kamer-i tâç-ı velâyetdir
Müreccahdur yanımda hâk-i dergâhı cinân üzre

TEVFÎK

   Şairin asıl adı Mustafa’dır. Mustafa Vasfi Efendi’nin oğlu, şair Fürûğî’nin ağabeyidir. 1861 yılında Elbistan’da doğmuştur. Gençlik çağında ailesiyle birlikte Urfa’ya gelir, eğitimini Sakıbiye Medresesi’nde sürdürür. Meşarkiye Camii’nde imam hatiplik, Halfeti Rüşdiyesi’nde öğretmenlik yapar. Son görevi, Nizip Medresesi müderrisliğidir.

   1907 yılında vefat eden şairin mezarı Nizip’tedir. Kardeşi Fürûğî’nin yazdığı,

“Ravza-i cennet yârân oldu hûr”

mısraı mezar taşına yazılmıştır.

   Kızıl sakallı, orta boylu, beyaz tenli, sevilen sayılan bir insan olarak vasıflandırılan şair, şiirlerinde Tevfîk mahlasını kullanırdı.

MÜNÂCÂT

Ey Hudâvend-i Cenab-ı Kibriya
Zâtına mahsustur hamd ü senâ

Zât-ı pâkin var idi ey müsteân
Yaradılmazdan evvel kevn ü mekân

Günden ezher birliğin ey Kird-gâr
Mihrden ferdiyyetin hem âşikâr

Şibh ü şirketden berisin yâ Ganî
Böylece tasdik eder diller seni

Şeş cihet olmaz sana yâ Rab mekân
Nisbet olmaz zâtına vakt ü zaman

Hem nekayıstan münezzeh pâdişah
Olduğun ma’lûmumuz bî-iştibâh

Can ü dilden işbu resme itikâd
Ketbolunmuş kalbimizde bî-müdâd

Kudret-i sem’ü basar ilm ü kelâm
Hayy ü tekvin-i irâdat oldu tam

Ya ilâhi fahr-ı âlem aşkına
Padişâh-ı nesl-i âdem aşkına

Bahr-ı rahmetden bizi dûr eyleme
İki âlemde bizi hûr eyleme

Geç hatâmızdan bizim yevmü’l-beka
Dahil eyle cennete ya zül’âta

Hem habibin Ahmed’e eyle civar
Görelim nûr-ı cemâlin âşikâr

NA’T

Ey nebiler serveri mürğ-ı safâ
Ey veliler rehberi bû-yı vefâ

Ey resul ü menba’-ı feyz-i hüdâ
Ey nebiyy-i me’haz-ı cûd ü sehâ

Ey gülistân-ı şefâat bülbülü
Sümbülistân-ı saâdet sümbülü

Ey şebistân-ı kemâlin pertevi
Ey ki sen ahır zaman peygamberi

Ol vücûd-ı akdesin bir nûr-ı âl
Şem’-i misbâh-ı cemâlin lâyezâl

Zübde-i âlemsin ey şâh-ı güzîn
Melce-i âdemsin ey mâh-ı mübîn

Gelmeseydin halk olunmazdı cihân
Olmasaydın vecde gelmezdi zamân

Hürmetiyçün halk olundu mümkinât
Himmetinle zâhir oldu mu’cizât

Çünkü sen mahbûb-ı Yezdan-ı Huda
İsm-i pâkindir Muhammed Mustafa

Şânına levlâki yazmış Kird-gâr
Hem seni medheylemiş perverdigâr

Ey şefi’-i âsiyân-ı mü’minân
Kıl şefâat bizlere yevmü’l-kıyam

VEHBÎ:

   Asıl adı Mehmed olan Sünbülzâde Vehbî, H.1131/M.1718 yılında Maraş’ta doğmuştur. Babası Maraşlı Râşid Efendi de âlim ve şair bir zattır. Çocukluk ve gençlik yıllarını Maraş’ta geçiren Vehbî, daha da yükselmek gayesiyle İstanbul’a gider. İstanbul’da devlet erkânına sunduğu kaside ve düştüğü tarihlerle adını kısa zamanda duyuran Vehbî, uzun müddet kadılık ve hâcegânlık yaptıktan sonra H.1189/M.1775’te İran’a elçi olarak gönderilmiş, İran elçiliği sırasında Ömer Paşa’nın şikâyeti üzerine idama mahkûm edilen şair, padişaha sunduğu “Tannâne” kasidesinden sonra affedilmiştir. Bir müddet boşta kaldıktan sonra şaire tekrar kadılık görevi verilir. Yurdun birçok yerinde kadılık yapan şair, İstanbul’da H.1223/M.1808’ tarihinde vefat eder.
   Sünbülzâde Vehbî, şair padişah III. Selim’in iltifatlarına mazhar olmuş, zamanında reisü’ş-şâirânlık yapmış, XVIII. asrın önde gelen mesnevi şairlerinden birisidir. “Divan, Lûtfiyye, Tuhfe-i Vehbî, Nuhbe-i Vehbî, Şevkengîz ve Münşeât” adlı değerli eserler bırakmıştı. Şairin İran intibalarını yansıtan güzel bir gazeli şöyledir:

1
Bahş eyledüm İrânı ben hâl-i ruh-ı cânâneye
Şirâz u Keşmîr ü Hoten olsun fedâ bir dâneye

Tasvîr-i hûbân-ı Acem revnakda dârü’s-sanem
Şâyeste teşbîh eylesem her şehri bir büt-hâneye

Bâzîgerân-ı Kâbili câdûveşân-ı Bâbili
Bî-hûş ider cân u dili efsûn okur peymâneye

Her çifte perçemli püser bir şâl-i sürh etmiş be-ser
Sevdâsı etmez mi eser seyr eyleyen dîvâneye

Gerçi Irâk u Isfahân olmuş makâm-ı âşıkân
Hûbân-ı Âzerbâycân pek âşinâ bîgâneye

Seyr etdüm Isfahânını çok sürmeli hûbânını
Sad âfet-i Kâşânını celb eyledüm kâşâneye

Devr eylemekde câm-ı Cem bu keyfle gamdan negam
Raks-ı civânân-ı Acem cünbiş verür mestâneye

Gîsûları sünbül gibi ruhları açılmış gül gibi
Âşıkları bülbül gibi âteş bıraksun lâneye

Ey şâh-ı iklîm-i cemâl ilçiye yok durur zevâl
Vehbî ider fikr-i visâl emrün ne o ferzâneye

Şu iki gazel de şairin edebî şahsiyetini yansıtacak mahiyette örneklerdendir:

2
Dîvâne dili zülf-i semen-sâye düşürdüm
Şeh-bâl-i hümâdan serüme sâye düşürdüm

La’l-i lebi şevkiyle hurûş eyledi eşküm
Ol gevher-i zî-kıymeti deryâya düşürdüm

Bu ince miyân ile görelden o kul oğlın
Ben de kul olup başumı ortaya düşürdüm

Bir muğbeçe evrâk-ı dili kıldı perîşân
Ol mushafı hayfâ kef-i tersâya düşürdüm

Virdüm yine bir seng-dile gönlümi Vehbî
Bilmezlik ile şîşemi hârâya düşürdüm

3
Hilkat-i insândan tahsîl-i irfândır garaz
Sanma ekl ü şürb ile terfîh-i hayvândır garaz

Hâne-i târîk resminde yapılmış sîne kim
Anda îkâd-ı çerâğ-ı nûr-ı îmândır garaz

Her varakdan âyet-i tevhîd okur ehl-i nazar
Çeşm-i kûteh-bîn sanır seyr-i gülistândır garaz

Şark u garba verziş-i hurşîdi bu devrânda
Kimse bilmez gerçi gün gibi nümâyândır garaz

Vehbiyâ arz-ı hüner-mendî değildir maksadım
Bu sühandan keşf-i remz-i nazm-ı Kur’ândır garaz

   Sünbülzâde Vehbî’nin en tanınmış eserlerinden birisi hiç şüphesiz Lûtfiyye adlı mesnevisidir. Şair, bu eserinde; oğlu Lutfullah’a tecrübelerine dayanarak nasihatlarda bulunur. Eserde ilmin önemi ve hocaya saygı hususunda oğluna şu tavsiyelerde bulunur:

Pederâne sühanum gûş idesin
Dür gibi gûşuna mengûş idesin (41)
Var mıdır fâidesi dünyâda
Diseler de sana Vehbî-zâde (42)
İrs olur mı eb ü ceddün hüneri
İlmidür necl-i asîlün pederi (43)
İlm ü irfân sebeb-i rif’atdür
Âlim olmak ne büyük devletdir (44)
Enbiyâ vârisi olmuş ulemâ
Anla kim bu ne verâset ne gınâ (46)
Mâl ile ilmi müsâvî sanma
Mâla rağbetle varup aldanma (47)
Ağniyâ müflis olur bir demde
Görmüşüz nicesini âlemde (48)
Ulemâ çekse de farzâ hüsrân
İlm sermâyesi bulmaz noksân (51)
Hâcene eyle be-gâyet ta’zîm
Hakk-ı üstâd aceb emr-i azîm (66)
Kayd-ı mihnetden olur âzâde
Dâimâ kulluk iden üstâde (68)
Hâceye her kim iderse âzâr
Görmedük oldığını berhurdâr (69)
Tâlibe hayr-ı duâ-yı üstâd
Dü-cihânda sebeb-i neyl-i murâd (70)