Kentlerle insanlar, insanlarla uygarlıklar, uygarlıklarla kentler arasındaki sıkı bağlar, ilişkiler dikkat edilmesi gereken hususlar. Uzun bir zamandır üzerinde düşündüğüm, yorumladığım bu konuların uyandırdığı dikkat ve ilgi, ister istemez bende de açılım sağlıyor. Maraş, uzun zamandır dikkat alanımdaydı, gidememiştim. Nasip bu zamanaymış. Vesileler olmasa bu gibi önemli merkezler ziyaret edilemeyecek.
Çanakkale Zaferi’yle ilgili önce Konya ardından da Kahramanmaraş davetleri hem birbiriyle örtüştü, hem de birer gün arayla iki kenti birden soludum. İki ayrı ruhu, iki ayrı kişiliği iki gün içinde solumak beni etkiledi. Konya yazımda, üzerinde durduğum hususların tam tersi bir durum Maraş için geçerlidir. Maraş adını özellikle, bu hâliyle kullanmayı tercih ediyorum. Kahraman sıfatında biraz hamaset, biraz da farklı bir kişiliğe büründürülmesi söz konusu. Maraş’ın bir ötesi vardır. Yaklaşımım biraz da farklı bir boyutta. Öteden beri Maraş’ı bana yakınlaştıran, sevimlileştiren ya da bana ait kılan özel ve öznel yanları bulunuyor. Düşünce ve ruh dünyamızda önemli yerleri bulunan önderlerimizin birçoğunun ya buralı olmaları, ya da burayla bir biçimde bağlantılı olmalarıdır. Üstat Necip Fazıl, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt. Bir de sonraki kuşaktan dostlarım Kadir Tanır, Ali Büyükçapar, Serdar Yakar, Duran Boz, İsmail Fatih Maraşbey, Recep Şükrü Güngör ve daha niceleri. Maraşlı olmadıkları hâlde zaman zaman adları Maraş’la birlikte anılan Üstat Sezai Karakoç, Mehmet Akif İnan. Bu isimlerden ötürü Maraş yakınlığı, ilgisi bizde saklı duruyor. Üstat Sezai Karakoç Üstat Necip Fazıl ile birlikte anılır. Mehmet Âkif İnan ise Edebiyat ve Mavera’ın vazgeçilmezi.
Maraş’a girdiğim andan itibaren de o kente yabancı olmadığım, yabancılık çekmediğim duygusunu yaşadım. Sevgili dostum Ahmet Bahar Beyin daha önceki bir davetine, aynı tarihte Diyarbakır konferansım nedeniyle gidememiştim. Cumartesi akşamı Konya’daki konferansımın hemen ardından otobüsle Maraş’a yollanırken, yorgunluk, bir önceki gece uykusuzluğu, otobüs gerilimiyle yağmurlu bir sabah Maraş’a girdim. Maraş’ın yeri, konumu, Zarifoğlu, Pakdil, Bayazıt, Özdenörenlerin gerek anılarında, gerek denemelerinde yer alan imgelerle yüklüydüm. Sürekli olarak onlardan bana yansıyan ve bende oluşan bir gözle bakıyordum Maraş’a. Her kentimiz, bu zamanda birbiriyle aynı kaderi yaşıyor. Kentlerimiz iki farklı kuşatma ile yüz yüze. Bunlardan biri modern dünyanın çıkarcı, mal ve mülk edinici bitmez tükenmez hırsının insanları bürümesi. Bir diğeri de köyden kente göçlerin alabildiğine yoğun olması, o özgün kente ilişen, yapışan ve tutunan melez ruhun giderek kentleri kuşatması. Biri kentlerimizi, uygarlığımızı, birikimlerimizi yıkıp yok ederken, bir diğeri de bir ur gibi, özensiz ve sıradan büyüyüp şişiyor. Bu her iki hâl de kentlerimizi kemirip duruyor. Yağmurlu, kapalı ve gri bir gökyüzü atmosferi altında Maraş’a indim. Nedendir bilmem, karşımda o eski Maraş’ı bulacağım duygusu içindeydim. Gene de kentlerin genel durumlarını bildiğimden, böylesi bir beklenti içinde olmam psikolojik. Ahmet Bahar Bey, Ali Büyükçapar ve diğer dostları karşımda bulunca doğrusu mahcup oldum. Hayatta sade yaşamayı ve bu sadelik içinde olmayı hep gözetmişimdir. Tabiî geleneğimizde Üstat Necip Fazıl ile başlayan Erbakan Hoca ile süren, yeniden fetih anlayışı, ruhuyla bir kente girilirken azametli olma duygusu dikkatlerimin arasındadır. Geçen yüzyılda ruhen yabancılaşma egemen olduğundan beri, gücün ve baskının giderek yoğunlaştığı bir zamanda yeni bir dirilişin gerçekleşebilmesi için, az sayıda insanla yola çıkılmışken, güçlü olmanın, görünmenin insanlarda uyandıracağı duygu da bir o kadar önemlidir. Zaman bir yönüyle aşılmıştır, yeni bir zamana girilmiştir. İnsanların fetih veya yeniden dirilme duygularını sarsan yeni bir süreç yaşanmaktadır. Bir dağılma, boş verme, savrulma, nemelâzımcılık gibi. Bu yeni zamanda yeni bilinçlenme sürecinde yapılması gereken şeylerin ne olduğunu belirlemekte de zorlanılıyor. İnsanların kafaları karmakarışık. Söyleyeceğiniz her cümle, atacağınız her adım önünüze farklı bir şey çıkarabilir. Beklenmedik sonuçlara götürebilir. Her şeye karşın, gene de biz, bu diriliş ve fetih ruhunu medeniyetimiz adına yeniden inşaya zorunluyuz. Zaten işin en zor yanı da budur.
Bir yanıyla insan, bir yanıyla uygarlık, bir yanıyla melezleşme ve zamanla yitiş sorunlarımız bulunuyor. Bunlar da çok yönlüdür. Biz Maraş kentinin bir kapısından girerken, bir ovadan ve sulardan geçerken bizi bekleyen sürprizlerin neler olduğunu bile bilmiyoruz. İnsanı geleceğe umutla götüren de bu duygular değil midir?
Bir şehre ilk kez giden biri önceden oluşan bilgilerin ve duygunun, psikolojik etkisi önemlidir. Ben Maraş’a girerken mümkün olduğunca geçmişe ait bildiklerimi bir yana bırakmayı düşünüyordum. Yeni bir bakış ve duyguyla kendime ait neler çıkarabilirim, neler yakalayabilirim… Maraş’tan çıkmış yetişmiş üstat, usta ve ağabeylerin anılarından, denemelerinden edindiğimiz izlenimlerin etkisi mutlaka vardır düşünce ve duygularımızda. Yalnız Ardıç denilince Cahit Zarifoğlu Güzlek denilince Erdem Bayazıt akla geliyor. Lise, kale, ara sokaklar vs. Gene de bu duygular insanın peşini bırakmıyor. Güzlek yolu üzerinde bir yerde durup Maraş’a tepeden bakmak, oradan oraya koşarken onların bakış etkisinden kurtulmak için gözlerimizi dört açıp ayrıntıları yakalamak... Sisli ve puslu havada kentin silueti flu idi. Belki benim için bunun hayırlı bir yanı vardı. Çünkü, Maraş’ı çevreleyen modern, boğmaya çalışan yabancılığı görmek pek de işime gelmiyordu.
Mihmandarımız Ali Büyükçapar ve bizlerle birlikte gün boyu dolaşan sevgili dostlarla, Maraş’ın ancak dörtte birini dolaşabildik.
Osmanlı’nın pek fazla uğramadığı, izlerinin olmadığı, Beylik döneminin bütün özellikleriyle belirginleştiği bir kültür şehridir Maraş. Evleri, sokakları, camileri, eski yapıları ve kentin asıl silueti şehrin ruhunu hemen ele veriyor. Modern dünyanın etkileri şehri kemirme çabasında. Gene de bu iki ruh kıyasıya çatışıyorlar. Maraş’ın ara sokaklarından kimi zaman arabayla kimi zaman da yürüyerek dolaştığımızda İslâm medeniyeti ve onun kültürünün hemen bütün yansımalarını ve özelliklerini bulmak olası. Diğer kültürlere de sevecen yaklaşmış, onların özgür yaşamalarını sağlamıştır. Bu kültürler haçlılar zamanında olduğu gibi, dışarıdan gelenlerin kışkırtmalarına ayak uydurunca evlerinden barklarından ve topraklarından olmuşlardır. Osmanlı Maraş’a uğramış gözükmüyor, neden? Önemli bir sorudur bu. Kültür tarihimizde Osmanlı ile Anadolu arasında böylesine bir çatışma var görünüyor. Anadolu bu hâliyle farklı bir yapı arz ediyor. Müslüman Arap kültürünün etkisi cami minarelerinde, yapılarında belirgin. Bu da kültür dünyamızın açılımlı bir yanını gösteriyor. Irkların, kabilelerin İslâm medeniyeti ruhuyla olan buluşmalarında sürekli olarak kendisini açılımlayan bir yanı bulunuyor. Böyle olması bu ruhun zenginleşmesine neden oluyor. Anadolu topraklarının Müslümanlaşmasıyla ve bütün özelliklerini korumasıyla, Osmanlı yüzünü sürekli olarak Batı’ya ve fütuhata çevirmiştir.
İslâm şehir kültürü kalelere hapsolmak yerine, kalelerin dışına taşarak kendi dairesini kuruyor. Bu daire cami merkezlidir. Camiin etrafında helezonlarla yayılıyor. Bir gölün içine atılan bir taştan açılımlanan daireler gibi. Oraya da ruhunu veriyor.
Son durağımız olan Ulucami’de öğle namazımızı eda ederken, gerek camide ve gerekse çevresindeki oluşlar onu tamamlıyor. Camide Beylik döneminin yansıması her hâliyle belirgin. İnsan bu camide serin bir ruhla yüzleşiyor.
Çarşıyı gezerken manifaturacılarından tutun, esnafın diğerlerine kadar, eski ruhtan, güzelliklerden birçok şeyi duyumsatıyor insana. Aynı ruhu taşımak önemlidir. Sanki baharat kokuları, oradaki eşyalar, duvarlar, tonozlar, taş merdivenler, kıvrılıp giden çarşılar, daracık ve dikey çıkan merdivenlerden bir şeyler taşıyor. Hayat burada çok iç içedir. Bir Mevlevi dergâhının kapalı kapısından hüzünle içeri bakmak, bir Şazeli dergâhının ve pirinin kapısının uzağından geçmek…
Gazi bir minarenin uzağından geçerken, minareye saplanmış olan bir şarapnel parçasının ibret-i alem için orada durduğunu görmek insanı nasıl da derinden sarsıyor. Çok yoğun duygularla yüklü olduğum, Çanakkale ruhuyla dopdolu olduğum bir zamanda bunları yaşamak ne kadar da sarsıcı oluyor. Bir millete ruh kazandıran onun kutsal özgünlüklerinin yansımasının belirginleşmesinin etkisi beliriyor burada ve bu zamanda.
Selçuklu ve Beylik döneminin eserleri yoğun olarak duruyor. Kişiliğinde bir olgunluk seziliyor. Bunu hemen bütün dönemlerin ruhu ve sıcaklığıyla yaşanabiliniyor. Sıcacık bir ruhu var. Kaynayan bir sıcaklık var orada, gürül gürül akıyor, suları da eşlik ediyor. Her ırktan insanların iç içe geçmiş evlerin ve daracık sokaklarında, pencerelerinden uzansalar birbirilerine dokunabilecek kadar olan yakınlıkları insanî ilişkilerin samimiliği her hâliyle duyumsanabiliyor.
Bazı şehirlere kasaba benzetmesinde bulunmak insanı yanıltmasa gerek. Kasabalarımız köyden kasabaya, kasabadan şehre geçişte özgünlüğünü bozamayan, safiyetini koruyan bir özellik taşıyor. Bu yanıyla o saf ve katışıksızlığın kendine ait olan özgünlüklerinden bana ait olan nedir, ben onun peşindeyim.Çok eski bir yerleşim merkezi olan bu şehirde ilginç bir şey dikkatimi çekti. Eskiye ait unsurların birçoğu korunurken, birçoğu da yitip gitmiş. Maraş’ın mezarlıkları beni bu anlamda şaşırttı. Nedeni, bir şehrin önemli göstergelerinden biri de mezarlıklarıdır. Kültür tarihi açısından önemlidir. Maraş mezarlığı son yüz yılın mezarlığı bile değildir. Eskiye ait bakışı orada göremezsiniz. Modern mezarlıkta da, tıpkı modern şehirlerin betonarme görüntüsü yaşanır. Mermer mezarlar beton apartmanları andırıyor. Yan yana dizilmiş apartmanlar. Metafizik bir haz uyandırmıyor. Kültür ve medeniyet belleği yok ediliyor. Bellek siliniyor. Maraş’ın mezarlıklarında bellek yitime uğrarken, her şeye karşın kentte zengin bir bellek söz konusudur.
Cahit Zarifoğlu’nun doğup büyüdüğü ev harabe. Şehrin merkezinde ve ruhunda ondan bize bir şeyler taşıyor gene de. Onun etrafındaki kârgir ve bağdadi evler yıkılmaya ve bakımsızlığa terk ediliyorlar. Modern insanlar için bu evlerin bir önemi yoktur. Neden olsun ki? Toprakla buluşulmayan, büyük odaları ve salonları olan, sınırsız depolanan eşyanın kölesi konumuna düşmek varken. Zaten Maraş’ı çevreleyen modern yapılar birbirlerine kafa tutarcasına ve boğarcasına yükseliyorlar. Orada farklı bir hayat vardır. Maraş’ın ilk sinemaları, konferans verilen sinemalar… Kuşaktan kuşağa geçişte yer değiştirenler. Üstat Necip Fazıl’dan bugüne gelinen süreçte onların orada solumaları duyumsanabiliyor. Herkesin belleğinde bir ilk vardır. Bu ilkler insan hayatında belirleyici oluyorlar. Necip Fazıl, Necmettin Erbakan, Akif İnan ve daha nicelerinin insanlara verdiği o ilk heyecanlar ruhunu hâlâ koruyor.
Nuri Pakdil bir eylem adamıdır. Ulucami’nin yolunu kesen bir şey vardır onun için. Onun gölgesinin olduğu yere basmak bile bir suçtur. Camiye ya da babasının manifatura dükkânının olduğu yere gidebilmesi için dolanması gerekmektedir. Bu modern kent anlayışı, batılı bakış heykelle birlikte tapınmayı da getiriyor. Bu da insanın düşünme ve özgürlük alanlarını daraltıyor. Efendimizin resimlerinin olmayışı, resmin yasaklanışı, heykelin olmayışı, heykelin yasaklanışı tapınmayı engelliyor. Ulucami’ye girerken tapınma duygusundan öte sonsuzluk duygusu insanda belirginleşiyor. Bu en eski camide bir kat üstünde bir başka katın oluşu gibi. Bir bölümden bir başkasına geçişte yeni bir heyecan doğurması gibi bir ürperti yaşatıyor insana.
Modern kenti denetimine alacak ve ona ruh verecek olan özgünlükler korunmalıdır. Maraş’ın en yüksek tepesine yerleştirilen ve temeli Erbakan Hoca tarafından atılan Sultan Abdülhamit Han Camii göğe doğru şahadet parmaklarını [minarelerini] yükseltiyor. Osmanlı bilinç ve ruhunu Anadolu’ya taşıma ve yaşatama duygusu giderek ağır basıyor. Modern sapma, tapınma ve kapılma ancak bununla engellenebilinir. Her dönem bir insan o şehrin bir yerine damgasını vuruyor. Onların her biri bir iz bırakıyor. Sütçü İmam, Malik Ejder onlara ait olan meseller anlatılırken, onlarla birlikte Maraş’ın o daracık ve sarp yokuşlarında nefes nefese birlikte olabiliyorsunuz. Bu, bir ruh birlikteliğidir. Her beldenin, şehrin, köyün bitirim insanları da vardır. Maraş’ın o sarp yokuşlarını tırmanırken, arkadaşlar, Ali Ağabey diye tanımladıkları birinin çay ocağında soluklanmamızı önerdiler. Bu kısa bir konaklamada bir şeyler çağrışım yapıyor. Ali Ağabey tam bir serkeşken, Akıncı gençler onu aralarına almışlar. O dönemin kimi özelliklerini hâlâ koruyor. Mert, misafirperver ve hürmetkâr ve yiğit duruşlu. Onun çay ocağında yarenlerin sohbetleri vardır. Bıyıkları sigara dumanından sararmıştır. Sohbetin koyu olduğu bu yerde, merhum Necmettin Gevri Hocanın fotoğrafı çay ocağının duvarında yerini alır. Ve fotoğrafının üzerinde “Sakarya” şiirini okurken düşüp ruhunu teslim ettiği o anı simgeleyen dizelerle birlikte. “Su akar…” sonu gelmeyen dizeler ve o hüzünlü veda ediş ânı geliyor gözler önüne. Sadece bu mu Yeni Devir gazetesinin verdiği Sultan-ı Âli Osman [padişahlar] tablosu, çerçevelenmiş çay ocağının duvarında yerini alır. Sararmış hâliyle.Birbiriyle tanıdık ve hemhâl olan bu büyük kasaba, kendisini kuşatan ve kemiren betonarme ruha rağmen ruhunu hâlâ koruyor.
Bir günlük bir Maraş günlüğünde, bir çırpıda gezilip görülen yerler, bellekte tutulmaya çalışılan isimler, aşırı ve yoğun bir yüklenmenin ardından geriye kalanlara baktığımda, bir kültür kentinin henüz çok azını özümsediğim görülecektir. Maraş’ı soluyan ve yaşayan biri için belki de kanıksamışlığın getirdiği duyguyla anlatılanların bir değeri de olmayabilir. Maraş dünü ve bugünüyle iç içe geçenler arasında kısmen de olsa bize bir şeyler bıraktığı kesin. Ancak bazı şeyler vardır ki, iyice sırıtır. Bunlardan biri de Sütçü İmam adına yapılan türbede ben hiçbir sıcaklık göremedim. Kendimi bir mermer lahitin önünde bulunca metafizik bir ürperti hissedemedim. Adı ve onun etrafında geçen olaylar, meseller çok da ilgi çekiyor oysa. Ne yazık ki bu modern türbe her şeyi bir anda silip süpürüyor. Söz konusu olan hamamın yerinde yeller esiyor. Korunmamış, korunamamış. Kültür tarihini yaşatmamada mahiriz. Hatta yıkmada üstümüze yoktur. Maraş Kalesi’nde kaleye ait olan dehlizler, odalar, kale içindeki şeylerin çoğu yok artık. Bir tepe üstünde bir park ve çay ocağı… İnsanda geçmişe ait bir duygu uyandırmıyor. Anlatılanlara bakılırsa, yapılan çalışmalarda ortaya çıkan odalar, kale altındaki geçitler, kalenin altında bulunan hamam ile olan bağlantıların hiçbiri yok şimdi. Söz konusu edilenler ortaya çıkarılabilinseydi, o döneme ilişkin hayat anlayışı ve bakışı daha belirginleşmiş olacaktı. Fransız işgalinin betimlenişi de öyle. Maraş insanının duyguları çok daha titizdir. Fransız işgalinde, kalede dalgalanan Fransız bayrağı altında özgür olunamayacağı, cuma namazının kılınamayacağı duygusu, kurtuluşu getirmiştir. Bu duygu, hamasetten öte, hem metafizik bir ruhtan yansıyış, hem de bir milletin özgürlük tutkusunun belirginliğini göstermesi bakımından anlamlıdır. Bugün için böyle bir değerden söz etmek bile olası görünmüyor. Küresel dünya psikolojisi yeni bir yenilgi bakışıdır. Çınar ağaçları kültür tarihimizin simgelerinden biridir. Çınar ağaçları, camilerle özdeş bir durumdadır genellikle. Fakat burada bir çelişkiyi de vurgulamak durumundayım. Kemalettin Erbakan Beyle çınar ağacı üzerine olan sohbetimizde, altını çizdiği ve vurguladığı önemli bir şey var. “Çınar ağaçları meyve vermiyor. Meyvesiz bir ağaç ne işe yarar?” sorusu o günden beri zihnimi kurcalamıyor değil.
Maraş’ın yer isimlerinde, çağrışımlarla insanı düşündüren özellikler taşıyor. ‘Boğazkesen’, ‘Beyazıt Camii’, ‘Müşir’, ‘Kumarbaz’, ‘Tekke Mahallesi’’, ‘Ulucami’, ‘Çukur Hamam’, ‘Malik Ejder’, ‘Hatuniye Camii’, ‘Sütçü İmam’, ‘Çınaraltı Camii’, ‘Şeyh Camii’, ‘Bahtiyar Yokuşu’, ‘Şekerli Camii’, ‘Kümbet’, ‘Divanlı Camii’, ‘Şizet Çağlaları’, ‘Güzlek’ gibi sadece birkaç ismi anmak bile yeterli. Evlerle birlikte küçücük bahçelere sığdırılan birkaç ağaççık, dut, asma, erik vs. Bir evin bahçesiz olması düşünülmez. Nane tarlalarında hâlâ nane yetişiyor mu? Sıcacık dostluklarına doyamadığım Ahmet Bahar Bey ile Ali Büyükçapar, Serdar Yakar, Adem, Mehmet Beyler…